İzafi bir kavram olarak tanımlanan ‘Zaman’, geçmişten günümüze insanoğlunun zihnini kurcalayan gizemli bir olgudur.
Kâinatın, zamansız bir ortamda yaratıldığını savunanların yanında, zamanın yaratılmasından sonra kâinatın yaratıldığını düşünenlerin olması da, zaman olgusunun izahı konusundaki açmazların bir ifadesi olarak zihinleri meşgul etmektedir.
Kutsal kitaplardaki dünyanın yaratılış süresi ile ilgili verilen mesajlar, zamanın önce yaratıldığı fikrini akıllara getirse de zamanın içerisinde her birimize takdir edilen süreyi yaşayarak hayat yolculuğunu sürdürmekteyiz.
Zaman denilen göreceli kavramın gerçek yüzü, insanların içinde bulundukları ortamda kendini göstermektedir. Mutluluk içinde geçen ortamlarda zamanın su gibi akıp gittiği gerçeği tartışılmazdır. Çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemlerindeki zamanın akışı o süreçleri yaşayanlar tarafından çok iyi bilinmektedir. Bu durumu Necip Fazıl ‘Çocukluğumda haftalar hep asırdı, derken saat oldu, derken dakika…’ mısraları ile çok güzel özetlemektedir.
Hastane ve hapishane gibi zamanın adeta durduğu ortamları da Fuzuli’nin ‘Müptelâ-yı gama sor ki geceler kaç vakit’ mısraı ile yine Necip Fazıl’ın ‘Zindanda dakika farksızdır aydan’ mısraı harika bir şekilde anlatmaktadır.
Zaman ve akıl insana verilen en değerli sermaye olsa da bu sermayenin kullanılması konusundaki tercihler hayatın manasını anlamak konusunda bilgiler sunmaktadır.
Sermayeyi çabuk tüketenlerin ve süreci iyi kullanamayanların insanlık yarışında gerilerde kaldığını sermayesini kediye yükleyen müflis tüccar gibi ortalarda dolaştığını, nâdan gelip nâdan gittiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yüce Yaratıcının bahşetmiş olduğu akıl ile bazı insanlar zaman tünelindeki yolculuklarının süresini iyi kullanıp bitiş çizgisini başarıyla göğüslerken kimi insanlar bu sürenin hovardalığı ile günlerini tamamlamaktadır.
Bu durum ‘Zamana yemin olsun’ diyen Yüce Yaratıcı tarafından ‘İnsanlar, zamanı anlamak ve kullanmak konusunda zarardadırlar’ mesajıyla hatırlatılmaktadır.
Sorumluluk bilincine sahip, yaratılış felsefesini kavramış, eşref-i mahlûkat olduğunun farkında olan, yüreği insanlık için çarpan, yüce gönüllü insanların zamandan yana bir kaygılarının olmadığı hatta zamanın sınırlarını zorladıklarını hayatın kendisi bize anlatmaktadır.
Günümüzde modern tıbbın sunmuş imkânlarla insanların dünyada kalma süreci uzatılmaya çalışılmaktadır. Yapılan araştırmalar, gelişmiş ülkelerdeki ortalama ömrün uzadığını bildirmektedir. Bu tablo, asıl olanın ‘Sürenin uzunluğu mu?’ yoksa ‘Sürenin en iyi şekilde kullanılması mı ?’ sorusunu akla getirmektedir.
Bu sorunun cevabı elbette zamanı anlamak ve onu hakkıyla kullanmaktır.
Alexander Puşkin, Sokrates, Mozart, Ömer Seyfettin gibi genç yaşta dünyadan ayrılanlarla, Mimar Sinan, Halil İnalcık, Fuat Sezgin, İhsan Doğramacı, Rahibe Teresa gibi uzun birer hayat sürdükleri bilinen kişilerin kendilerine tanınan zamanın kıymetini nasıl anlamış oldukları ve onu hakkıyla nasıl kullanmış oldukları gibi sayısız örnekler verilebilir.
Bu konu 100 m ve maraton koşularında başarılı olan sporcuların zamanı iyi kullanmaları şeklinde de yorumlanabilir.
Tekerlekli sandalyede hayatını geçiren ve bu zor şartlar altında beynini evrenin sırlarını keşfetmek için kullanan Stephan Hawking’in zamanı kullanma konusundaki azmi gıpta edilecek bir başarı öyküsüdür.
Zamanın değerini idrak edemeyenlerin ortak yanları zamanı öldürmek konusunda cömert olmalarıdır. Oysa hayat her dakikası anlamlandırılmak için insana bahşedilmiş bir fırsattır.
Zaman geçirmek, zaman öldürmek gibi yerleşmiş kavramların yerine, zamanı değerlendirmek ve anlamlandırmak konusunda bir dönüşümün yaygınlaşması elbette ki toplumları mesut ve müreffeh kılabilecek önemli bir adımdır.
Yaşayan insanlar olarak dünya üzerinde kendimize takdir edilmiş zaman diliminin süresi konusunda hiç bilgi sahibi değiliz. Belki yarın, belki yarından da yakın bir ihtimalin yüksek olduğu gerçeğini hatırlamayıp sürenin sonsuz olduğu saplantısıyla hareket etmekteyiz.
Yarın dünyadan ayrılacak olma gerçeği ile yüz yüze gelmiş olsak, bu kısa zaman dilimini nasıl kullanacağımız, nasıl değerlendireceğimiz, nasıl bir ruh hali yaşayacağımız oldukça merak konusudur. Bu bakış açısıyla zamanı yorumlayanlar, dünya hayatının üç gün olduğunu; dünün mazide kaldığını, yarının meçhul olduğunu, içinde bulunulan anın gerçek olduğunu söylemektedirler.
Ömer Hayyam’ın ‘Bu gün elindedir, yarın değil / Yarını düşünmen hayâldir ancak / Gönlün divâne değilse bu anı zâyi etme / Zira bu kalan ömrün değeri belli değildir’ mısraları bu konuyu net bir şekilde ifade etmektedir.
Özetle, zamanı anlamanın ve onu en iyi şekilde kullanmanın sırrı ‘Bu gün insanlık için, ailem için, kendim için, yeryüzünü paylaştığımız canlılar için, yaşadığım çevre için ne yaptım?’ sorusuna verilen cevapta yatmaktadır.
Bu sorulara güzel cevap verecek olanlara müjdeler olsun…