Tarihî süreci içerisinde insanoğlu, hangi coğrafyada hangi zamanda ve hangi inanış aidiyetinde olursa olsun, sürekli kendini isimlendirmeye ve bu isimlendirmenin getirilerine sonradan yine kendisi boyun eğmeye zaman harcamıştır. Sürekli bir arayış içinde olan insan, insanlık kavramını anlamlandırmaya çalıştığı andan itibaren kendi kendine, bilmeden; belli doktrinleri dikte ettirmiş ve nihayetinde imkân bulursa bu doktrinlere karşı durmaya çalışmış; imkân bulamadığında ise bütünlüğünü kaybetmiş, parçalardan oluşan benliği ile mecbûrî bir hayat yaşamaya devam etmiştir.
Ù
Bu manada insanın ve insanın hayalinde başlayıp somut hayata dökülen dünya tasavvurunun, tecrübe edilen çeşitli versiyonlarından sonra yeniden bir denemeye tabi tutulması; bir başka deyişle ?acaba yeni bir insan ve yeni bir dünya tasavvuru? oluşturulabilir mi sorusu, artık düşünen insan aklının kaçınılmaz çıkmazı haline gelmiştir.
Aslında insan, doğumundan, ölümüne kadar belirli olan süreli hayatı itibariyle tam bir bütünlük arz edebildiği zaman, elde ettikleri ile dünyasını; dünyasının karşılığında da öteki dünyasını şekillendirmektedir. Her insan, doğuşunda nefs adı verilen ve ileride belki de kendisini ve dünyasını olumsuzluklara sürükleyecek olan bir sahiplik ile dünyaya gelmektedir. Belki de o an elindeki tek kullanımı, sadece nefsidir. Şu an iç güdü olarak isimlendirilen uyanmamış bu nefis, henüz hiçbir tesir göstermeksizin nötr halde, insanın yaşantısını desteklemektedir.
Ancak insanoğlunun doğumundan itibaren hatta doğumundan önceki dönemlerden beri taşıdığı ve asıl mayasının teşekkülü anlamına gelen bir materyali daha vardır. Fakat bunun farkında olabilmek, daha sonraları kazanılacak olan, bir başka kazanım ile doğrudan bağlantılı olacaktır. Sadece nefsini kullanarak yaşadığı dönemler ilerledikçe, yepyeni bir kazanım olarak karşısına akıl çıkacaktır. Akılla tanışması ve aklı kullanmaya başlaması esnasında insan, kazandıklarının yanında farkında olmadan nefsini de artık kötülüklerin temsilcisi olarak tanımış olacaktır. Bu da insanın kendi içinde barındırdığı iki düşman ateşinin arasında kalmasından başka bir şey değildir. Bu fark edişin ardından, artık insanoğlu aklının dedikleri ve nefsinin dedikleri arasında gelgitler ile yaşayacak ve uzun zaman bunun tesirinden kurtulamayacaktır.
Aklın fark edilişinden itibaren, buna paralel olarak, insana kabul ettiği Yüce Varlıktan hediye olarak verilen, nefs ve aklın hamuru pozisyonunda bulunan ruh, insanın derinliklerinde ışıklandırılmaya başlamış demektir. Tabiri mümkün ise, nefs, akıl ve ikisinden de önce olduğu halde; çok sonraları hissedilen ruh, insanı insan yapan o beş harfli kelimeden daha tesirli olacaktır. Zamanın acımasız seyri içerisinde şekillenen değişik dünya tasarımlarının da ark planını bu üçlü resimlemektedir.
Ù
Geçen zaman içerisinde oluşturulan; kabul edilen ya da uzaklaşılmaya çalışılan çokça dünya tasarımı ve bu tasarımlarda çeşitli roller üstlenen insan şekilleri olması acaba gerekli miydi? Yoksa bunca tasarım, sadece insanın bu üç nüvesini tam manasıyla birbirlerine mezcedememesinden, öncelik ve sonralıklarını birbirine karıştırmış olmasından kaynaklanıyor olmasın?
Yola şuradan çıkalım isterseniz: Ölüm, kazanılan yetkinliğin karşılığının alınmasıdır. Bu yetkinlik olumlu (hayır) da olabilir, olumsuz (şer) de olabilir. İşte bunu belirleyecek olan, insanın dünyadaki tasarımı ve nüvelerini bu tasarıma göre görevlendirmesine bağlıdır. İnsan, bünyesinde barındırdığı iyilik ve kötülüğü kullanır. İyilik yaptığı zaman, önce kendisi, ardından varsa muhatabı elem ve gamdan kurtularak, mutluluk adı verilen titreşimi hissedeceklerdir. Kötülük yaptığı zaman varsa muhatabı kesinlikle elem ve gamma gömülecek; ancak kendisi belki gam çekecek, belki de tam tersine nefs kokan bir mutluluk hissedecektir; daha doğrusu bunu mutluluk zannedecektir. Kötülük işlerken iyiliğe engel olan sebep, zarar görenin idrak edemeyeceği kadar uzak da olabilir; böyle olması durumunda, kötülüğü idrak eden, bir elem duymamakta ve zarar görmemektedir. Bazen ise zarar gören kimse, kendisine elem veren şeyi idrak edecektir. İşte zarar veren bu şeyin idrak edilmesiyle ilgili olan bu his, birisi ?yokluk? diğeri ?varlık? olarak kendisini gösterecektir.
Bunun yanı sıra insanın, ?güç ve fiilleri? demek olan yetkinlikleri de vardır. Bu yetkinliklerin yokluğu, tam manasıyla kötülük kavramı ile karşılanabilir. Ancak buradaki kötülük arızîdir.
Elem ve keder ise, kötülük olarak isimlendirilen nefsânî durumlar oldukları için, manaları itibariyle yokluk sayılmazlar. Bunların yokluk sayılabilmesi için kişinin yetkinliğini tam olarak yitirmiş olması gerekir. İşte olumsuz dünya tasarımlarının ana kaynağı da budur. Buralarda oluşan boşluklar, kendi misilleriyle doldurulmadıkları müddetçe, yerlerini görünüşte onların misli imiş gibi görünen ama cips gibi kof olan mahza kötülük ve yokluklar alacaktır. Ve bu kötülük ve yokluklar, zamanla insanı da çepeçevre kuşatacak ve insan, kötülük ve yokluğa mahkûm olacaktır.
Ù
Âlemde mevcut olan arizî kötülüğün kaynağı, tabiatında yokluk bulunan nefs kavramının, kendi başına buyrukluğa terk edilmesidir. Bu gibi durumlarda kötülük, bilfiil varlık alanına çıkmış olmaktadır. Nefsin getirisi olan levvâmelik, maddeden bedene sirayet etmeye başladıktan sonra, nefsin doğumdan sonraki o nötr halinde iken taşıdığı ve geliştirilmesi gereken iyilik yönünü tamamen engelleyecektir. Bedene, maddeden gelen bu kötülük, ruhu yetkinliğinden uzaklaştıracak ve iyilikten onu alıkoyacaktır. Böylelikle artık akıl da, iyi olanları kötü diye planlarken, kötülükleri de iyilik adı altında yapmaya çalışacaktır. Çünkü artık, varlık yok olmuş, yokluk ise varlığın nedenini oluşturur hale gelmiştir.
Mebde (başlangıç) itibariyle iyiliklerden neşet eden bir nefsin, merhamet ve sevgi ile ruha yüzü döndürülmesi gerekirken, yapılmakta olan bu kötü muamele, aslında insanın kendi kendine yaptığı; başkalarının yapmasına ise asla müsaade etmeyeceği; sahneye koyduğu ilk kötülük çabasıdır. Bu çabanın neticesi olarak insan, artık kendi hayatını ve dünyasını değil; izin verip teslim olduğu levvame nefsinin, esir ruhunun ve iyiliği kötülük sayan aklının ona yaşatacağı dünyayı yaşamak mecburiyetindedir.
Aslında bu açıdan düşünüldüğünde yeni bir dünya tasavvuru (tasarımı) ve buna bağlı olarak yeni insan şekline de gerek olmadığı görülecektir. Çünkü âlemde aslolan iyiliktir. Kötülük ise, insânî nefsin gerektirdiği şeyler demek olan yetkinliklerin yok olmasıdır. Bu manada mevcut olan her şey şu şekillerde cereyan ediyor olmalıdır:
a. Mutlak olarak varlıkları itibariyle iyi olanlar: İnsânî nefis,
b. Mutlak manada varlıkları itibariyle kötü olanlar: Mevcudiyetleri imkânsızdır,
c. İyilik ve kötülüğün bulunduğu ama kötülüğün ağır bastığı durumlar: Kötülüğün ağır basması kesinlikle düşünülemez. Çünkü azıcık iyilik için dahi olsa kötülük yapılamaz.
d. İyiliğin kötülükten çok olduğu durumlar: Bu mümkündür. Çünkü az bir kötülük için, iyilikten vaz geçilmez.
Ù
Bu dengeli sınıflandırmanın oluşturulması ise, ruhun aslına uygun hareket ederek aklı ile nefsini kontrol edebilmenin ve levvame nefisten insânî nefse dönebilmenin bir gerekliliğidir ve asıl aranan yepyeni dünya tasavvuru ve yepyeni insan budur. Yani insanın, kendisini ve hayallerindeki dünya tasarımını yenilemesine değil; insanın, özüne dönüp yeniden insanlığı ile tanışmasına ihtiyacı vardır.
Özünü tanımlayan, aslını tespit edebilen ve insanlığını yineleyen insan, tam olarak bedenî mutluluğu yakalayabilmiş demektir. Bedenî mutluluktaki azalma, sırayla orta halli mutluluk, az mutluluk, artık sıkıntılarda mutluluk arama ve sıkıntı vererek mutlu olma şeklini almaktadır. Buna bağlı olarak nefisler de şekil almaktadır -ki; işte insanı vezir ya da rezil eden de bu nefistir-:
a. Akıl ve ahlakın faziletinin zirvesinde olan nefis: En mutlu olan nefisleridir ve bunlara Rabbânî nefis denilebilir.
b. Metafizik konuda tam olarak bilgilendirilememiş olan nefis: Bunlar da mutluluktan az da olsa pay alacaklardır.
c. Akıl ve ahlakın en derinliklerinde kalmış olan nefis: Bunlar, aslında mutsuz olan; ama yokluktan kurtulmak için yokluğu varlık diye isimlendirmiş olan nefislerdir. Levvame nefis diye isimlendirilebilir. Ve bunların payları sonsuz bir eza ve elemdir.
Ancak şu dengeyi unutmamak gerekir ki; âlemde iyilik ve kötülük bir arada bulunmasaydı, âlemin düzeni tamam olmazdı. Yani âlemde az miktarda bir kötülüğün zorunlu olması gerekmektedir. Ancak bu durum da, âlemin (dünyanın) ve içindeki gerçek insanın en mükemmel şekilde Yüce Varlık tarafından yaratılmış olmasını engellemez.
İşte ?yeni yeni? diye kendi kendini harap eden insanoğluna lazım olan, bu üç nefsin birincisini nefsine giydirmek, kendini; yani İNSANLIĞINI yeniden tanımak ve çalıştırmak ve oluşan gerçek dünyasını gerçek mutluluk ile yaşayabilmektir.
Ù
Aksi halde ebedî mutsuzluğu; bir başka deyişle cehaletin kölesi olmayı, sadece rezilliklerle tanışmayı tercih eden insan, yeni bir dünya tasavvuru arayışından ziyâde insanlığının özlemi içinde olmalıdır.
Muhammed Yusuf YAŞAR