Yükselen duman isinin yağan yağmurla karışarak güneşi hapsettiği bir öğlen vaktiydi.
Tepelerindeki yaprakları sararmaya başlamış sık ağaçların ve çaylıkların arasından uzayıp giden ıssız Dağbaşı yolunu ve birbirinin içinden çıkan parçalı çatılarıyla olduğundan karışık görünen Rize’yi hüznü barındıran karanlık gölgesiyle koynuna almıştı adeta.
Daha düne kadar yüksek binaların tepelerindeki pencerelere kızıl yansımalarla çarpan güneşin solgun parlaklığı artık buraya düşmüyor.
Vakit sanki akşamüstünü andırıyor.
Eğitim Merkezi’ndeki sınıfın penceresinden başımı cama dayayıp, arada bir mahalle dolmuşlarının geçtiği boş ve ıslak yola bakıyor, mihrabının bekçisi olduğum mabedin minaresini özlemle seyrediyordum.
Zamanı, geçen dakikaları, hayatın bizzat kendisini ve ideallerimi düşündüğüm vakitler…
Yirmi dokuz yol arkadaşımı, gayretlerini ve ilme olan muhabbetlerini düşündüğüm saatler…
Bu Şehrin İmamlarının altı ay sürecek olan ‘’Tashih-i Huruf’’ kursu için bildiklerini hiçe sayıp hiç bir komplekse kapılmadan ve haftalarca süren ‘’Namaz Sureleri’’ ni usulüne uygun olarak okumaya çalışmalarını düşünüyorum.
Derslerimize giren ve bir arkadaş edasıyla bizlerle teker teker ilgilenen vefakâr hocalarımızın gayretlerini düşünüyorum.
Öğleden önceki son derste Halim Garip hocamızın slaytlar ve uşşak makamında bir ney eşliğinde bizlere sunduğu ve hepimizi derinden etkileyerek manevi bir atmosfere seyahat ettirdiği ‘’Yahya Baba’’ nın son halini düşünüyorum.
Keramet ve sırlarla dolu hayatına tutunmaya çalışıyorum…
*****
Yahya Baba, İkinci Bâyezid zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi’nin aşçılarından biridir…
Arkadaşları hoşaf, kebap, sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi insanlar ibadet ettiğini sanırdı.
Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritirdi. Tuzunu besmele ile, suyunu Fatihalarla salardı. Zaman zaman gözünü yumar, Enbiyayı, Evliyayı aracı yapar, Allah’tan bereket arzulardı.
Onun pilavı herkese yeter, hatta artardı bile…
Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tuna nehrine atardı. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırlardı.
Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar.
Ama Yahya Baba bir kere bile ‘’bu pirinç yeter mi?’’ demez…
Kilerci şaşkındır.
Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz, aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tuna’nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci , bunu izah edecek tek bir kelime bilir:
‘’Bu bir keramet’’
Çok dener… Emin olunca Padişaha çıkar. ‘’Bu Yahya Baba boş değil sultanım der, halbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz’’
Fakat Bâyezid-i Veli gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar.
O gün Yahya Baba’ya çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir.
O her zamanki gibi okur, Alemlerin Rabbi’nden Halil İbrahim bereketi diler.
Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz.
Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tuna’nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar. ‘’Ne oluyor bre, der. Yoksa devlet malını israf mı edersin?’’
Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp: ‘’Ayıp olmuyor mu Sultanım? derler. Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?’’
Yahya Baba öylesine mahçup olur ki, anlatılmaz.
Utancından secdeye kapanır ve Allah’a sığınır.
Ve maalesef yıllardır şerefle muhafaza ettiği sırrı ve kerameti ortaya çıkmıştır artık.
Bâyezid-i Veli Onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola…
Mübarek, çoktan ruhunu teslim edip kavuşmuştur Rahmet-i Rahmana…
*****
Yağmur şiddetini artırmış, gözlerimi ayıramadığım şehir artık görünmez olmuştu.
Yirmi dokuz yol arkadaşım birazdan başlayacak yeni ders için sınıflara dolmuştu bile…
Ağızlarında ise en son okudukları ayetleri terennüm ediyorlardı.
Samimi bir aşkla ve tükenmez bir gayretle…
Bense halen Yahya Baba’yı ve mukaddes sırrını düşünüyordum.
Sırların ifşasını ve neticesini anlamaya çalışıyordum…
Abdurrahman KARAL
Fikir ve Düşünceleriniz için [email protected]