1945 yılında Nobel ödüllü, Bosna asıllı Yugoslav yazar Ivo Andriç tarafından kaleme alınan Drina Köprüsü, Osmanlı devletinin Balkanlardaki son dönemlerini, ardından Avusturya-Macaristan hükümranlığını, milliyetçi akımları dönem dönem başarı ile anlatan bir roman. Romanın odağını ise Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1577de bugün Bosna-Hersek topraklarında Vişegradda yaptırılan bir Mimar Sinan eseri olan Drina Köprüsü oluşturmakta. Roman adeta; Vişegradlıların yaşam tarzı, sancağında yaşadıkları devletler değişse dahi sapasağlam duran köprü ağzından anlatılır. Köprünün kim tarafından yaptırıldığını, üzerinde Sokullu Mehmet Paşanın kaynak sağladığı bir kervansaray bulunduğunu hatırlayanların sayısı git gide azalırken bir yandan önce ümmet bilinci, ardından milliyetçilik akımı ve nihayetinde sosyalizm kendi küçük dünyalarında yaşayan Vişegradlıları bile etkisi altına alır. Dönemler ötesi yazılmış her roman gibi Drina Köprüsünün de en hayranlık uyandırıcı tarafı bugüne dair birçok noktayı barındırması. Söz gelimi, kültürel değişimler, ideolojik rüzgarlar halkı vurdukça başlangıçta reddedişler daha sonra hep öyle bir hayatın içinde yaşıyormuşçasına alışmalar, yüz yıllar geçse de insanın değişime karşı tepkisinin değişmediğini ortaya koyan noktalardan bir tanesi.
Ancak romanda, geçtiğimiz süreç itibarıyla algıda seçiciliği zirveye ulaştıran bir husus var ki romanın bugün yazılmış olabileceği şüphesini uyandırıyor. 19. Yüzyılın ortalarında yirmi beş yıl içinde Drina Köprüsünün çevresinde iki defa veba ve bir de kolera salgını oluyor. Andriç, böyle hallerde kasabalıların Hazreti Muhammedin müminlere yapmaları önerdiği şeyi yaptıklarını belirtiyor ve aktarıyor: Bir yerde hastalık görülünce oraya gitmeyin, çünkü hastalığı alabilirsiniz! Ama, hastalığın olduğu yerde bulunuyorsanız oradan da çıkmayın, çünkü hastalığı başkalarına bulaştırabilirsiniz. Hazreti Muhammedin müminlere uygulamalarını önerdiği bu cümleler elbette aylardır bilim insanlarının insanlara önerdiklerinden farklı değil. Fakat bugün yaşadıklarımız ile hiç de farklı olmayan bir diğer husus daha var, o da kasabalıların bu öğütleri ne kadar dikkate aldıkları: Halk zorlanmadıkça, Peygamber bile söylese, sağlık koşullarına boyun eğmediğinden, hükümet işe karışıyor, her salgında, postanın, yolcuların gelip gitmesine engel oluyordu Kapiyada beyaz dumanlar çıkan güzel kokulu bir odundan küçük bir ateş yakıyorlar, zaptiyeler mektupları birer birer maşa ile tutup bu dumandan geçiriyorlardı. Ancak böyle dezenfekte olan mektuplar gönderiliyordu İşte asırlar geçse de insanın direndiği şey; görmediği, somutlaştıramadığı engellerin özgürlüğünü kısıtlaması.
Böyle hallerde devlet müdahalesi zorunlu hale gelirken devlet müdahalesinin yumuşadığı noktada insanların geçirdikleri süreci bir anda hafızalarından silmeleri de yine her çağda rastlanan bir davranış türü. Fakat aylardır dünya genelinde yiten hayatlar, ekmek parası kazanamayacak duruma gelen esnaflar, işsiz kalanlar, okulsuz çocuklar, aylardır evde kalmak zorunda olan yaşlılar unutulmuş gibi maskelerin kola, ceket düğmesine asılması, mesafe kurallarına uyulmaması geçen yarım asırda insanın gelişme katetmediğine dair umutsuzluk uyandırıyor.