Yavru bir kuşun yuvadan ilk uçma anını izleme şansınız oldu mu hiç? Eğer izlediyseniz, birçoğunun ilk denemesinde yere düştüğünü de görmüşsünüzdür. Hele bu sahneye bir belgeselde rast geldiyseniz, kesin kameranın anne kuşa döndüğünde, yavrularını nasılda endişe, merak ve gururla izlediğini de görmüş olmalısınız.
Nasıl bir kudret! Nasıl bir döngü! Hayvanlar âleminin akıl ve zekâ emarelerini gösteren bu ve buna benzer davranışlarını hep "içgüdüyle" tanımlayan bilim adamlarının açıklamalarını zerre anlamış değilim?
Neyse, elbet bu konuyu tartışmaya açıp ahkâm kesecek değilim ya...
Mevzu; ilk defa okula başlayan bir çocuğun ruh halini anlatmayı, bir kuşun yuvadan ilk defa uçmasıyla örneklemeyi planlamışken; görün bakın ki yazı nerelere geldi? Öyle ki, konu oradan da çıkacak gibi.
Çok garip; sadece ilkokul lafı bile siyah önlüğün, ilk çantamın ve saman kâğıdı defterin kokusunu şu an iliklerime kadar, o an ki tazeliğiyle hissetmeme yetti.
Evet evet, bir gün o günleri oturup uzun uzun yazmalıyım.
Sevgili Öğretmenim, canım Anne yarısı Ayşe Çağlayan Hanımın o şefkatli, o narin ellerinde hamur kıvamındaki yüreğimin yoğrulduğu günlerimi anlatmalıyım?
İlk defa ikinci sınıfta duymuştum öğretmenimden o kelimeyi, "İMECE". Sonra devam etmişti;
"Çocuklar, köyün ortak ya da kişisel işlerinde köylülerin güçlerini birleştirmesine İmece denir", tanımının ardından, hiç unutmuyorum, bir köye su getirmek için imece usulü ile açılan su kanalı örneğini anlatmıştı.
O anlatırken, şalvarlı,kasketli kalın bilekli, çelik yürekli ama yüzlerinde gülücükler olan köylüleri,dergideki resimden de esinlenerek hayal etmiş, hatta fazladan birine de türkü söyletmiştim!
O gün sadece büyüklerin bilebileceği bir şeyi öğrenmenin gurur ve heyecanıyla gelmiştim eve.
Şimdi düşünüyorum da, aslında imece sadece köylerde yoktu, şehirlilerde de vardı! Ya da zaten her bir mahalle bir köy, sakinleri de köylüydü zaten. Para ve iktidar hırsı olmadan, tek amaçları mutluluklarını yaşarken aç kalmamak adına didinip duran insanlardı. Kutsallığı vardı "komşu komşunun külüne muhtaçtır sözünün." Kutsallığı vardı kutsal olan her şeyin!
Bir gün salaş bir kebapçıda yemek yerken sohbete daldığım kebapçı ağabeyimle eskileri konuşurken o anlatmıştı:
"Bu işe başlamadan önce tuhafiyecilik yapıyordum. İtibarı ve parası olan bir işti. Kumaşın iyisini de gidip Kilis'ten alırdık. Bir gün yine mal almak için Kilis'e gitmiştim. Bir ara gözüme oldukça kaliteli, pahalı ve bir o kadar da gösterişli elbiselik bir kumaş ilişmişti. Onu ayrı paket yaptırmış ve rahmetli Anama almıştım. Erzurum'a döndüğümde heyecanla aldığım hediyesini ellerini öperek vermiştim.
"Ana bak, bunu sana aldım. Diktirdiğinde nasılda çok yakışacak sana! İstersen eski bir elbiseni ver de,ondan ölçü çıkartarak terzide diktireyim"
"Payın çok olsun oğlum, kesene bereket! Yok, sen zahmet etme, ben diktiririm.
Gözlerinden anlamıştım, o da beğenmişti. Beğenmesine beğenmişti ya, aradan aylar geçmesine rağmen o elbiselikten ne de elbiseden eser yoktu ortalıkta.
Burkuldum doğrusu, yoksa beğenmemiş miydi?
Bir gün dayanamayıp sordum,"yoksa beğenmedin mi Ana?
"Olur mu oğul, elbette çok ama çok beğendim."
" Maden öyle, niye diktirmedin Ana?
"Oğul o aldığın kumaş o kadar alımlı ve o kadar güzeldi ki, ar ettim diktirip de giymeye. Öyle bir kumaşı diğer komşular alamaz. Onların alamayacağı bir kumaşı ben nasılda diktirip giyerim? Giysem dahi, hangi yüzle çıkarım sokağa?"
Lokmalar düğümlenmişti boğazımda. Ne büyük asalet! Ne büyük bir büyüklük bu! Komşusunun yüreğini burkmaktan bile imtina eden bu anamız "İMECE"ye ne büyük örnek!
Ya şimdi... Evinin konforuyla... Arabasının markasıyla... Geldiği yüksek makamla komşusunun...!
Tamam tamam. Sustum!