Şimdi düşünüyorum da "o koca yürekler" nasıl yerleşmişti küçücük bedenlerimize? Yaşar, Kamil, Latif, Yılmaz ve Murat.
Evet ya, tamamı altı yaşıt çocuk idik ki, rahmetli Kamil, arkadaşlığına doyamadan ayrılmıştı aramızdan.
Küçücük dünyamızda derin, engin ve büyük düşünür, küçücük adımlarımızla dünyayı iki adımla dolaşırdık el ele!
Boyumuz kısa, yere daha yakındık. Karıncaları daha kolay görür, küçücük ayaklarımızla aralarından tüy gibi akar geçerdik. Korkardık ezmekten. Korkardık incitmekten. Merhamet vardı, vicdan vardı!
Toprak damlı olan evimizin taş duvarları oldukça kalındı. Öyle ki, akşamları o pencerelerin boşluğu kocaman bir tiyatro sahnesi ben ise tek oyuncu! Tek ama başrol oyuncusu!
Bazen Tarkan olurdum, korkusuzca savaşırdım gavurlarla. Bazen Kara Murat! Bazen Tommiks bazen Zagor.
Bazen buğu tutmuş cama parmağımla gökyüzüne çizdiğim yolda, uçağıyla inanılmaz manevralar yapan Yüzbaşı Volkan!
Her kim olursam olayım, hep zayıflara, fakirlere, ihtiyacı olanlara yardım eden bir başrol oyuncusu.
Seksenli yıllara yaklaştığımız, bir kış günüydü. Dışarıda tipi kasıp kavuruyor. Sokakta tek bir sokak lambası var, o da en başta. Ne güzel ki, bizim ev de sokağın en başına yakın bir yerde. Işığın altında sağa sola kaçışan kar taneleri izlerken bir yerlerden duyulan rüzgarın uğultusu bana kar tanelerinin feryatları gibi geliyor. Üzülüyorum, çok mu üşüyorlar acaba?
Açtım pencerenin bir kanadını. Bekliyorum gelsinler içeriye. Annem bağırıyor arkadan.
"Kapat pencereyi, üşüyeceksin!"
"Tamam," diyorum. Kapatmadan elimi uzatıyorum, hiç olmasa üç beş tanesini kurtarayım. Elime düşenler eriyip gidiyor. Üzüntüm daha da artıyor, öldüler mi yoksa.
Nasıl başrol oyunculuğu bu? Nasıl bir kahramanlık? Ne yapacağımı bilemiyorum. Kahramanlarında çaresiz kaldığı anlar oluyormuş demek.
Alt baştan bir karartı beliriyor, tipinin içerisinden seçemiyorum! Belli belirsiz, ağır ama sağlam adımlarla yaklaşan bir şey! kalbim küt küt atıyor. Pür dikkat onunu izliyorum! Yaklaştıkça belirginleşiyor. Bu bir dev sanırım!
Başında tiftik kalpağı, sırtında sakosu ve elinde kocaman bir çuval, neredeyse kendi boyu kadar! Her şey Bembeyaz! Hava, yerler, duvarlar ve kocaman dev! Siyah olan sadece soğuk!
Aman Allah, nasıl da güçlü bir dev bu böyle! O kocaman çuvalı nasılda elinde sallaya sallaya yürüyor! Hem de bu tipide! Bir şeyler bağırıyor ama duyamıyorum,
Sesi şimdi daha anlaşılır oluyor, yaklaşıyor bizim eve doğru.
"Godu da beşe !(?) Haydi, godu da beşe! (?) "
Karanlıklar canavarı, kar tanelerine işkence eden zalim soğuğa meydan okuyan cesur bir dev bu!
"Beşer beşer gelin," demek istiyor sanırım, korkusuzca!
Annem babamdan gidip "godu da beşe" almasını istiyor! (?) ( "Godu da beşe" mısır patlağının o zamanki adı)
Babamın ardından tahta merdivenleri iniyorum. Korkuyla karışık bir heyecanla. Zırzayı indirip kapıyı açan babam dev ile konuşuyor;
"Hacım hele üç liralık doldur."
Yüzü kırış kırış, rüzgardan dolayı büzdüğü gözleri boncuk gibi duruyor. Sakalı mı daha beyaz yoksa karlar mı? Ama heybetli! Bana gülümsüyor. Fazladan bir maşrapa daha verirken ; "Bu da yeğenime benden!" Diyor
Seksenli yıllar. Çocukların daha büyük, büyüklerin ise koca yürekli bir dev olduğu yıllardı!