İstanbul’a her gelişinde önce onu ziyarete gidiyordu.
Onun ölümüyle sanki kalbinden bir parça kopup yok olmuştu. Karacaahmet’teki her ziyareti ona bu parçayı tekrar kalbine perçinlemek gibi bir huzur veriyordu.
Günlerden Cuma’ydı.
İşte bu gün de ziyaret edecekti sevdiğini. Bir demet çiçek ile onun kabrine varacak ve yağmur suları ile ıslanmış toprağına merhametle bakacaktı. Ayrılığın ona büyük hüzün verdiğini mırıldanacaktı kulağına. Onu çok özlediğini fısıldayacaktı. Kimse duymayacaktı söyleyeceklerini.
Ama biri duyacaktı.
Biri işitecekti sevdiğine sunduğu çiçekler ile örtüşen tatlı sözlerini.
O işitene de sunuyordu serenatını her ziyarette. Bir taraftan sevdiğine vefalı kaldığını söylüyor, paylaştıkları sevgi ve mutluluğun halen sır olarak muhafaza edildiğini hatırlıyor, bir taraftan da onları dinleyen her şeyin sahibine dualarını da yükseltiyordu.
Bu üçlü sohbet birkaç saat sürüyordu kabrin başında. Gözlerindeki nem , kalbindeki huzuru artırıyordu sanki. Çünkü bir iki saat da olsa kopmuş parçasını buluyordu yüreği.
Bütünleşiyordu sevdiği ile.
Ve bugün de sevdiğine gidecekti… İyi hatırlıyordu. Sevdiğinin tertemiz bir yüreği, sevgi dolu bir kalbi vardı. Nasıl hatırlamaz ; yıllar yılı özel ve dini konularda ne sohbetler etmiş, birbirlerinden ne istifade etmişlerdi. Ama o, bir gün kafesten uçup giden bir kuş gibi terk etmişti onu.
Ne hikmetti bilinmez, portakal ve gül tadındaki akide şekerlerine aşırı bil ilgisi vardı. Hatta ilk görüşmelerinde , kendisine çok sevdiği akide şekerleri ile ‘’hoş geldin’’ demesini bile istemişti.
İstanbul’un manevi komutanı Eyüp Sultan hazretlerini beraber ziyaret etmişler, yolunun mihmandarı ve kalbinin ışığı mübârek hocasının namsız, nişansız, işaretsiz kabri başında, demir kapıların ardında gözyaşı dökmüşlerdi.
Sultanlara sultanlık yapan Üsküdar’ın gerçek sahibi Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerini ziyaret etmişler, türbenin hemen yanı başından çıkan ve zemzem tadındaki sudan kana kana su içmişlerdi.
Hele Eyüp’ten Sütlüce’ye motorla geçişleri yok muydu?...
Anlatmakla bitmeyecek nice hatıralarla ‘’Hey gidi günler’’ diye geçirdi içinden.
Şimdi ise yalnız kalmıştı işte. O parça, kalbinin en hassas yeri bir toprağın altındaydı.
Biliyordu, o da onu çok seviyordu. Bundan zaten hiç de şüphe duymamıştı, emindi.
Ne zaman ona kavuşacaktı gönlü?.. Ne zaman sevdiğine ulaşacaktı yarım kalbi?..
Ve ötelerde bütünleşecekti bu güzel insanla; dua ediyordu.
Artık portakallı ve güllü akide şekeri de koymuyordu ağzına. Çok sevdiği yârinin vefatından sonra tatmak istememişti.
Bu tat, diline buruk bir acı bırakabilirdi ve endişe ediyordu. Çok sevdiği şekerlerin adını bile duymak istemiyordu.
Onun ikram etmeyeceği şekeri tatmak istemiyordu.
Ama bugün ne olduysa gönlü portakallı akide şekeri arzu etmişti.
Bir şeker arzusu onu nasıl da eski günlere çekip götürmüştü. Daha ne çok hatıra, onu sevdiğinin nakış nakış dokunmuş mazideki güzel günlerine götürüyordu .
Şu elindeki deri kaplı eski not defteri ve dokunduğu sahifeler ondan izler taşıyordu.
Gözleri yaşarmıştı bunları düşünerek…
Sevdiğinin de çok sevdiği kırmızı başörtüsünü takmıştı yine. Ve çantasından hiç eksik etmediği Kur’an’ı Kerimi de mahfazasıyla beraber koltuğunun altına almayı unutmadı Cumhuriyet ekspresinden inerken. Bu Kur’an ; beyninin , her gün defalarca eline aldığı ve o güzel sesiyle okuduğu hatıralarının önemli bir parçasını oluşturuyordu.
Haydarpaşa garından yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Niyeti bir taksiye binip , hemen az yukarıdaki Karacaahmet mezarlığına giderek ilk vazifesini yapmak olacaktı. Ama birden durdu. İlerdeki çifte minareli caminin avlusundan şemailini tam kestiremediği bir adam kendisine el sallayıp yanına gelmesini istiyordu.
Şaşırmıştı.
Halbuki kimse onun geleceğini bilmiyordu. Tedirgin oldu. Ama kendisine el sallayıp yanına ısrarla gelmesini isteyen adamı da merak etmişti doğrusu.
Toparlandı ve çifte minarelerin gölgesinde , kendisini ısrarla çağıran adama doğru yürümeye başladı.
Aman Ya Rabbi!.. Bir de ne görsün?.. Yıllar önce rüyasında görmüş olduğu ve sevgili yâri Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerine ne kadar da benziyordu.
İçi ürperdi. Kalbinin o parçası titredi. Onu ruhunda duydu , hissetti. Biliyordu. Buna bütün kalbiyle inanıyordu. O kadar inanıyordu ki adeta nefesinin ılıklığını yüzünde duyuyordu..
Ve elindeki kese kâğıdına sarılı bir paketi kendisine uzatarak ‘’Bu senin emanetin kızım. Hoş geldin ve artık sen bize emanetsin’’ diyordu.
Heyecandan titreyen elleriyle paketi açtı.
Şok olmuştu.
Bir avuç portakallı akide şekeri , yeni yapılmış taptaze gibiydi.
Sevdiği eşine rahmetler okuyordu…
Abdurrahman KARAL