Başlıktaki ifade, 1950 yıllarda ABDyi kasıp kavuran Joseph McCarthynin; Anti-Amerikan faaliyetleri tespit etme, faillerini ortaya çıkarma işlevini yüklenmiş tahkikat komisyonuna yapılmış bir eleştiridir.
Soğuk Savaş döneminde, Winston Churchillin tüm dünyayı demir perdeye karşı uyarması üzerine, komünizmin ABDde yayılmadığından emin olmak için tahkikat komisyonu kuran ABD, bu komisyonun başına da senatodaki çalışmalarını da komünist filtrelemeye odaklamış bulunun Joseph McCarthyi getirmişti.
Bu tahkikat komisyonunun yetki alanı o kadar genişti ve insanların komünizm propagandası yaptığının ileri sürülmesi için gerekli şartlar o kadar daraltılmıştı ki; yazarlardan, sineme yapımcılarına birçok insan tahkikat komisyonunun kararı ile meclis önüne hesap vermeye getirilmişti.
Çarpıcı bir örnekle; çevresinde komünizm propagandası yapılıp yapılmadığına ilişkin bir soruya cevap vermekten kaçınan bir dişçiye gittiği için bir senato üyesi de tahkikat komisyonunun sorgulamasından geçmişti. Üstelik fikir ve sanat dünyasının ünlü isimleri tahkikat komisyonunda aklansa dahi bu kara listeye bir kez girmiş olmak, kişinin ABDde ve Avrupadaki gelecek hayatının zindan olması için yeterliydi.
Yukarıda verilen hicvin nedeni ise işte bu ayırt edememe durumu. Yani renk körlüğünde özellikle kırmızı ve yeşilin ayırt edilememesi gibi McCarthy komisyonunda da seçiciliğin yok olması. Diğer bir deyişle, dünyanın her yerinde kırmızı renk ile gösterilen komünizm ile muhafazakarlığı temsil eden yeşilin ayırt edilememesi. Yani McCarthy başkanlığındaki tahkikat komisyonunun muhalif olduğunu düşündüğü kişileri komisyonun gerçek amacından saparak komünist çuvalına doldurması durumu.
Eğitim imkânlarının gelişmesi, politikanın halka intikal etmesi ile ortaya çıkan ve artış gösteren düşünce suçları olgusu; dünya hükümetlerinin yakın tarihinde çoğunlukla bir muhalefeti bastırma aracı olarak, yaygınlaşmasından endişe duyulan fikirlerin yok edilmesinde başvurulmuştur. Amerikan yakın tarihinde yukarıdaki örnek yahut Türkiye geçmişindeki darbeler sonrası oluşturulan fiili mahkemeler, sıkı yönetim uygulamaları, bu tür bir toru genişlemiş, seçiciliğini yitirmiş süzgeç uygulamasının örnekleridir.
Türkiyede düşünce özgürlüğü-düşünce suçları ikilisi 2000lerin başından bu yana ABye uyum sürecinde birçok değişiklik göstererek günümüze kadar gelmiştir. Bu kapsamda, düşünceyi açıklamayı; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel organlarını aşağılama ile sınırlayan Türk Ceza Kanununun 301. maddesi, uygulaması bakımından eleştirilere yol açmakta ve hatta kaldırılmasına ilişkin istekler artmaktadır. Öte yandan eleştiri amacı taşıyan düşünce açıklamalarının suç sayılmayacağı da kanunda açıkça belirtilmiştir. Diğer bir taraftan, ABye üye ülkelerde de Türk Ceza Kanunu'ndakine benzer uygulamalar görmek mümkündür.
Almanyada Federal Anayasa Mahkemesini, yasama organını devletin saygınlığını bozacak biçimde aşağılama suç olarak kabul edilmektedir. Fransada bayrağı, milli marşı da içine almak suretiyle bu yasakların ve cezalarının genişletildiğini görmek mümkündür. İtalyada ise benzer şekilde tanımlanan düşünceyi açıklama suçlarının, bir İtalyan vatandaşı tarafından yurtdışında gerçekleştirilmesi halinde ceza artmaktadır.
Türk Ceza Kanununun 301. maddesinde son değişiklik 2008 yılında yapılmış ve madde bugünkü halini almıştır. Bu değişiklikler uyarınca söz konusu madde kapsamında soruşturma yapılması Adalet Bakanı'nın iznine bırakılmıştır. Soruşturma izninin adalet bakanlığı gibi siyasi bir kuruma bırakılması tartışmalara yol açsa da değişikliklerin yürürlüğe girdiği 2009 tarihinde, Adalet Bakanı Sadullah Erginin soruşturma izni istenen olayların %98ine soruşturma izni vermemesi, değişikliklerin düşünce suçlarının kapsamını daralttığını ortaya koymaktadır.
Hukuk dünyasında da felsefede de eyleme dökülmediği sürece düşünce bazında bir suçun oluşup oluşmayacağı bir tartışma olarak sürmektedir. Zira hukuk felsefesi, hukukun insanların vicdanı ve iç dünyası ile ilgilenmediğini öne sürmektedir.
Devletlerin geçirdiği siyasi süreçlere göre kimi zaman akla uygun açıklamaları olabilecek bu uygulamalarda; uygulamanın karşıt sesleri susturan ve ülkenin millet olarak bütünlüğünde onarılması güç yaralar açan haksızlıklara dönüşmemesi hassasiyet gerektiren bir konudur. Bu nedenle, geçmişte benzerlerine rastlanabilecek bugün de FETÖ soruşturması kapsamında görülen düşünce suçları davalarında, özellikle yargı mensuplarının seçici davranmaları, bağımsız yargı ilkesine dayanarak oluşabilecek haksız kararları asgariye indirmeye özen göstermeleri Türkiyede hukuk güvenliğinin bekası için hayati nitelik taşımaktadır.
Sözü edilen seçicilik ve soruşturmalardaki hassasiyet; FETÖ sorununun çekirdeğine inemeden çevresinde dolaşma yahut asıl suçlulara karşı körleşme riskinin ortadan kaldırması açısından da önemlidir. Nitekim FETÖ soruşturmalarının, özellikle yerel bazda, herhangi bir nedenden şaibe taşıması insanların hukuka olan güvenini sarsacağı gibi, Türkiye Cumhuriyetinin hukuk devleti niteliğinin de içini boşaltacaktır.