"Dikenler sardı dikenli kalbimizi,
yandık, bittik, tükendik.
Yasak meralara rehin bıraktık
parça parça yüreğimizi,
yüreğimizi kurtlara yedirdiler..."
***
E- kitaba merak saldığım günlerde "Firuze-Cama Vuran Kelebek" adlı kitabı satın almıştım. Kütüphaneme gelin gelmiş her kitabın, altını çizdiğim satırlarından birkaçını ezberlemek âdetimdir. Yukarıdaki dizeleri işte bu kitaptan devşirip saklamıştım zihnimin kırkambarında.
Hele de şu zalım mı zalım "Yüreğimizi kurtlara yedirdiler" Dizesini epey zaman dilime pelesenk ettiğimi hatırlıyorum.
Ölçülü karamsarlık yaratıcıdır. Lakin ben makul iyimserliğe meyilliyimdir.
Hele de geleceğe umutla yürüyen Erzurum söz konusu olduğunda, iyi şeyler düşünüp, pozitif rüyalar görmeyi tercih ederim.
Elbette, eğriyi doğruya tebdil çabasını önemserim.
Yapıcı eleştirilerle yöneticileri uyarmayı vazife sayarım.
Objektif analizlerle, özgün projelerle, akılcı önerilerle hizmet kervanının dağarcığını zenginleştirmeyi toplumsal ibadet addederim.
Lakin tenkit yerine diz dövmeyi, "Bu şehirde yaşanmaz" ağıtı eşliğinde toplumsal ağlaşma ayinlerini, dadaşlık enerjisini toprağa vermekten farksız görürüm.
Velhasılıkelam, şehrin devasa sorunlarını düşünürken ne vakit içim daralsa, ne vakit kendi gönlümün derdini unutup, hüznü umumi ile müteessir olsam? Ne vakit, "dikenli kalbimi dikenler sarsa"; "Naçar kalacak yerde, nagâh açılır perde" deyip silkinirim.
***
Öyleyse gelin, bu minval üzere devam edelim, karamsarlık deryasından dümen kırıp, umut okyanusuna doğru yol alırken Stephen M. R. Sovey'e kulak verelim.
Yazarın, 'Her şeyi değiştiren tek şey güven ' adlı kitabında şöyle bir öykü var, daha önce yazı konusu ettiğim ibretli hikâyeyi birlikte bir kere daha hatırlayalım.
***
Montana'da balığa gittiğimde bana rehberlik yapan balıkçı, nehre doğru bakarak "Ne görüyorsun, söyle," dedi.
Çok güzel bir nehir ve suyun yüzeyinden yansıyan güneşi gördüğümü söyledim.
"Hiç balık görüyor musun?" diye sordu.
Göremiyorum, dedim.
Bunun üzerine rehberim bana polarize camlı bir gözlük uzattı. "Tak şunu," dedi.
Bir anda her şey inanılmaz şekilde değişik görünmeye başladı.
Nehre baktığımda suyun içini görebildiğimi fark ettim.
Ve balık görüyordum? Bir sürü balık!
Müthiş heyecanlanmıştım.
Aniden, önümde daha önce hiç görmediğim inanılmaz fırsatlar açıldığını hissettim.
Aslında o balıklar hep oradaydı, ama ben bu gözlüğü takana kadar görüş alanımın dışında kalmışlardı.
***
Öyküyü okuduğumun ertesi günü evden çıkarken içimden bir ses kulağıma fısıldadı:
'Gözlüğünü takmayı unutma!'
Hiç itirazsız taktım 'polarize farkındalık gözlüğü' nü...
Her zaman geçtiğim yollardan geçtim.
Her zamanki kalabalıklara karıştım.
O da ne?
Bana günaydın diyen kapıcının yüzündeki gülümseme ne kadar sıcak, samimi, içten?
Hemen aynı saatlerde çıktığımız için her sabah karşılaştığım üst komşum bugün niye sevecen bakıyor bana? Hal hatır soruşunda sanki ilave bir incelik, daha fazla bir zarafet var!
İşyerinde herkes bugün 'düzünden kalkmış.' Güvenlikçinin duruşu daha bir güven veriyor, çaycının ilk çayı sanki Erzurum'da semaverde demlenmiş.
'Hayırdır, bayram mı seyran mı, nedir bu hal' diye içimden geçirdim.
Sabah bana 'gözlüğünü unutma' diyen ses cevap verdi.
'Gözlüğüne sahip ol!'
***
Gözlüğü, son Erzurum seyahatinde uçağım havalimanına süzülürken taktığımda
hatırıma Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'nın öyküsü geliverdi. Durun, anlatayım size de.
Paşa, yaşadığı karışık günlerin ahvali hakkında keskin eleştirilerde bulunarak meşhur Fuat Paşanın icraatını yerden yere vururmuş, girip çıktığı ortamlarda... Bu sert eleştiriler Sultan Azizin kulağına gider, çağırır Fuat Paşayı huzura, celalli bir şekilde sorar:
- Mustafa Fazıl Paşa ahvalin iyi gitmediğini söylüyor, buna ne dersiniz?
- Efendim der, Fuat Paşa: Allah insana iki göz nasip etmiştir. Biri iyilikleri, öteki de kötülükleri görür. Malum u şahaneleri Fazıl Paşa Kulunuzun bir gözü kördür. Kör olan da iyilikleri gören gözüdür. Bu sebepten o sadece kötülükleri görür ve onları söyler size.
***
Şimdi söyleyin bakalım, günümüzde de o günlerdeki gibi tek gözümüzle idare etmiyor muyuz?
Üstelik doğuştan tek gözümüz âmâ değil, biz öyle kullanıyoruz, gören gözümüzü fiilen kör hale getiriyoruz, ya iyilik gözümüzü kapatıyoruz hakikatlere? Ya da kötülük gözümüzü...
E, böyle yapınca ya, iyilikleri, iyi şeyleri, hizmetleri görüyoruz sadece. Yahut gözümüz Paşanın gözü gibi sadece kötülüklere takılıp kalıveriyor; iyilikleri, iyi işleri, hizmetleri görmezden geliyoruz.
Hâlbuki vicdan ehli, doğruya doğru, eğriye eğri kıvamından zerrece şaşmamalı, değil mi? İşleri, hizmetleri, projeleri olduğu gibi eksiklik ve aksaklıkları da kuyumcu terazisinden daha hassas hakkaniyet terazisi ile tartmalı.
***
Aslında var oldukları halde görüş alanımız dışında kalan ne kadar çok şey var.
Öykü bunu bir kere daha fark ettirdi bana.
Gözlüksüz göremediğimiz nice güzellikler, nice farklılıklar, nice incelikler?
Üstelik etrafımız gözlükçü dükkânlarıyla doluyken, yanımızda gerekli gözlükler varken.