Bugünkü konuya geçmeden önce dünkü yazıya kısaca bir dönelim. Dün demiştik ki, "Haydi iktidar milletvekilleri araziye uydu; sahi MHP milletvekili Oktay Öztürk nerde ki çöken bu kulelerle ilgili tek kelime etmiyor?"
Muhtemelen bizim bu sitemimizden bağımsız olarak dün Oktay Öztürkten cevap geldi; hem de tek kelimeden epey de fazla bir cevap... Oktay Bey, Meclis genel kurulunda yaptığı konuşmada, çöken kulelerin yapımından tutunuz da yer seçimine kadar yapılan bir dizi bilimsel eleştiriler sıralamış.
Diyebilirsiniz ki, "Oktay Bey madem bu kadar duyarlı ve de meseleye bu denli vakıf birisi neden bu tespitlerini kulelerin yapımı sırasında gündeme getirmedi?"
Siz de haklısınız...
Fakat:
Önceden de sonradan da konuşmuş olmanın nasılsa gidişatı değiştirmediği bir süreçten geçiyoruz. Bu sebeple belki Oktay Öztürk değil ama onlarca kişi o kuleler oraya dikilirken itiraz edip durmuştu.
O gün ne değişmişti ki bugün ne değişsin...
Vicdan sahibi herkes kaç günden beri konuşuyor, soru soruyor, görüş bildiriyor...
Haydi söyleyin, kim önemseyip de gereğini yaptı veya tek satır da olsa bir açıklama yayımladı? Spor Bakanı Akif Çağtay Kılıç, ha bire sütre arkasından Erzuruma parmak sallayıp duruyor.
"Kafamı bozmayın Erzuruma kule filan yaptırmam"
Aman siz de boş verin gitsin...
Üç yıl öncesine kadar kulemiz mi vardı, bundan sonra olmasa ne olur?
Neyse...
Dün "Oktay Öztürk niye konuşmuyor?" diye sormuştuk.
Cevabı bizzat kendi verdi, Mecliste bu meseleyi eni konu gündeme getirdi.
Şimdi gelelim bugünkü yazı konusuna...
Haber dün Palandöken gazetesinde birinci sayfadan verilmişti. Başlık on numara bir başlıktı:
"Papazı buldular"
Haberi okuyunca Palandökenin bu çarpıcı başlığına hak vermemek mümkün değil.
Hikâye malum...
Beş on sahtekâr oturup plan program yapmışlar ve hazırladıkları kumpası öyle bi güzel süslemişler ki, bizim şark kurnazı köylümüz, bu süslü tuzağın albenisine kapılıp bir gözünden öbürüne güvenemediği paracıklarını bu sahtekârlara kaptırmış!
Neredeyse insanın "oh olsun" diyesi geliyor.
Çünkü bu, sahtekârla tamahkârın ortaklaşa yaşadıkları gerçek bir öyküdür...
Adamın biri, beraberinde (güya Ermeni) bir kaç adamla çıkıp geliyor. Hikâye şöyle başlıyor:
Bu Ermenilerin ataları, tehcir sırasında Erzurumdan göç eden Ermenilerden...
O Ermeniler torunlarına, yaşadıkları köyü ve en önemlisi de o köyde sakladıkları yükte hafif pahada ağır olan Meryem Ana heykelinin yerini anlatmışlar. Bir de harita bırakmış torunlara ve bir de vasiyet:
"Benim artık köyüme dönmem mümkün değil. Size vasiyetim, alın bu haritayı gidin büyüklerimizin bize mirası olan o heykeli bulup getirin"
Sahtekârlar önce eski adı Ermenice olan bir köy buluyor. Sonra o köyde günler süren bir ön incelemeden sonra, köyün en tamahkâr adamını belirliyor. Olmazsa olmaz şart şu: O köylü hem çok tamahkâr, hem de olabildiğince kendini uyanık zanneden bir ahmak olacak.
Sonrası uzun hikâye...
Günler süren ayinler, papaz büyüleri, sihirler ve türlü şaklabanlıklar...
Sonunda, maddi değeri ölçülemeyen som altından bir Meryem Ana heykeli çıkarılıyor topraktan...
Tapi ki hepsi kurgu, hepsi o kumpasın bir gereği...
Sahtekâr, tamahkâra güven telkin etmek için, "Bak" diyor. "Bizim bu heykeli yurtdışına çıkarabilmemiz için özel düzeneğe sahip bir araca ihtiyacımız var. Şimdi heykel sende duracak biz İsviçreye (Fransa da olabilir; ama nedense genellikle İsviçredir) gidip özel bir araçla gelip heykeli alacağız. Senin payını da o zaman vereceğiz."
Heykel nasılsa köylünün koynunda!
Tamahkâr köylü, karısı ve çocuklarından bile sakladığı bu define oyununda, kendinden daha çok o sahtekâra güveniyor.
"Tamam" diyor.
Fakat bitmiyor.
Sahtekâr devam ediyor:
"İyi de sevgili ortağım biz şimdi yurtdışına gideceğiz ama bu mesele için elimizde avucumuzda ne varsa hepsini harcamıştık. Cebimizde uçak parası dahi kalmadı. Sen bize 30 bin lira ver, nasılsa geri döndüğümüzde payını verirken o parayı da öderiz."
Lafı mı olur?
Olmuyor da gerçekten...
O şark kurnazı köylü, bayramda çocuğuna üst baş almak için kıymadığı tosunların parasını, bir saniye bile düşünmeden sahtekâr ortağının eline sayıyor.
Adam paraları alıyor ve anında oracıktan kayboluyor.
Aradan günler, haftalar ve nihayet aylar geçtikten sonra köylü işe uyanıyor ama artık iş işten çoktan geçmiş...
Eskiden de bu oyun oynanır ve bu yolla insanlar kandırılırdı.
Ne var ki son bir kaç yıldan beri bu, artık bi oyun olmaktan çıkıp, sahtekârla tamahkârın ortak hayatları haline gelen bir vurgun sektörüne dönüştü.
Bakar mısınız nasıl bir sektör olmuş. Erzurumun bir yıllık cirosu 800 bin lira!
Ben diyen tüccarın sermayesi...
Yandık, bittik, acımızdan ölüyoruz diye devlet kapısında taban aşındıran şark kurnazı bazı köylülerimizin, bir yılda sahtekârlara kaptırdığı paranın toplamı bu: 800 bin lira!
Nasıl olmuşsa olmuş bu kez hem tamahkâr köylü, hem de sahtekârlar aynı anda faka basmışlar!
Belli ki ciro büyüyünce mali polisin ilgi alanına girdiler!
Geçen hafta 8 sahtekâr tutuklanmış.
Ceza kanununda yeri yok diye tamahkârlar şimdilik serbest...
Kanun demek istiyor ki, onlara en büyük ceza zaten kaptırdıkları paradır!
Böylelikle Müslüman köylülerin, Hıristiyan Meryem Ana üstünden trilyoner olma hayalleri, daha heykelin cilası dökülmeden sönmüş oldu.
Papazı buldular böylelikle...
Bundan sonra bakın ki o şark kurnazı köylüler bir daha papazın sakalına sövebilirler mi?
Papaz adamı böyle çarpar işte...