Tüm insanlık, hayatta kalmanın maddi gerekliliklerini karşılayacak içgüdülerinin yanında, insan olmanın duygusal boyutunu şekillendiren bir ön bilgi ile donatılmıştır. İslam felsefesinde fıtrat, Farabi için yedinci his, Schopenhauer için Tanrı bilgisi olan bu iç yapı; yaşamın amacını, Tanrının kendisini sorgulatan ve zaman içinde tecrübe ile bina edilen bir psikolojik dinamik yaratmaktadır. Bu duygu zenginliğidir bizlere bir sonraki adımımızı sorgulatan, evrensel hukuk sisteminin temellerini oluşturan ve ahlak kavramını toplumların temel taşı haline getiren. Daha küçük bir çocukken bile arkadaşlarımızla bir oyuncak için tartışırken sarf ettiğimiz hangi sözcüğün, hangi vücut hareketimizin kötülük yapmak amacına hizmet ettiğini bizlere fısıldayan bir iç sesle birlikte yaşamaya mecbur bırakılmışızdır. Başka bir görüşe göre ise, bu iç ses; insanın kendisi ve çevresi ile ilişkisini düzenlemek için insanlığa lütfedilmiştir. Bu fısıltılar bütünü içerisinden tam olarak neyi kastettiğimi anlatmak için biraz daha özelleştirmem gerekirse; bir kötülük yaptığımızda günleri bize dar eden, elimizdeki bir ekmeği ihtiyacı olan biri için ikiye bölmediğimizde bizlere fiziksel bir sızı yaşatan bu olgunun ismi sizin de tahmin edebileceğiniz gibi vicdan. İşte, dünyanın vicdanını susturmuş insanlarla dolu olduğunu düşündüğüm, Nietzsche'nin "Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!" ifadesini, sözün altındaki felsefeyi sindire sindire haykırmak istediğim bir kıvama gelmişken tanıştım Hermann Hesse'nin kaleme aldığı Klein ve Wagner ile. Roman kişisi "Klein" dünyayı doldurduğunu düşündüğüm vicdanını susturmuş insanların aslında vicdanlarını tam anlamıyla asla susturamayacaklarını hatırlatıyordu bana.
Yolunda giden bir hayatınız varken bir anda sizi yanlış olduğunu bildiğiniz bir eylemin müsebbibi olmaya sürükleyen karşı koyamadığınız bir hisle karşılaştınız mı hiç? Katettiğiniz fiziksel mesafelerin bir öneminin olmadığı ve zihninizin karanlığından bir türlü kaçamadığınız bir çıkmazdır bu. Hesse'nin bireyin iç dünyasına yönelik isabetli göndermeleri ile oluşturduğu psikodramının baş kahramanı Klein, böyle bir yükün altında buluyordu işte kendini. İnsanların nasıl da bu kadar kötü olduğunu düşündüğüm bir anda, aslında suçun en çok da faile sorumluluk yüklediğini "Genel olarak bir suç işlemek ne zahmetli, insanın aklını başından alacak kadar zahmetli bir işmiş meğer--!" (9) cümlesiyle öğretiyordu Klein bana. Hukuk eğitimine henüz başladığım bu dönemlerde suç ve suçlu kavramlarını zihnimde yeniden düzenlerken fark ediyorum ki, vicdanlarımızın iyiliğin ve kötülüğün ayrımını kabaca yapması her sosyal ve ruhsal ikilemi çözmeye yetmiyor. Vicdanın, iyiliğin ölçütlerine ilişkin kimi kısımları boş bırakması, Immanuel Kant'ın etik felsefesinde altını çizdiği noktaya çıkarıyor bizleri: İyilik yapmak amacıyla gerçekleştirdiğimiz bir eylem sonuçta bir kötülüğe sebep olursa gerçekten suçlu olur muydu insan? Bu sorgulamanın içerisindeyken, ortaokul sıralarında tanıştığım Raskolnikov hortluyor birden hafızamın derinliklerinden. Suç ve Ceza'nın tüm dünyaya suçlunun gerçekten ne olduğunu sorgulatan o genç, vicdan sahibi karakteri... Raskolnikov gibi insanları bir tefecinin elinden kurtarmak için bir cinayete karışılırsa eğer burada bir vicdansızlık mı vardır, yoksa asıl vicdani olan mı yapılmıştır? Bana kalırsa, insan yaşamının dönüm noktalarını oluşturan böylesi durumlarda "vicdan sahibi bir insan bunu yapar", "bu vicdansızlıktır!" şeklinde keskin ayrımlar yapmak mümkün değildir. Nitekim insana ikisini de hükmeden vicdanın ta kendisidir.
Raskolnikov'un teslim olmasını ve Klein'ın intihar etmesini düşündüğümde başlangıçta bahsettiğim ön bilginin adalet formunda insan yaşamında tecelli ettiğini düşünüyorum. Bireyin iç dünyasında kurulmuş bir mahkeme hayal edin; sanık da, davacı da, yargıç da kişinin kendisi. Size ne yapacağınızı söyleyen de, yaptığınızı yargılayarak size hüküm giydiren de ve sonuçta bu suçun altında yerin dibine batarcasına ezilen de sizsiniz. İşte böyle bir durumda bu çekişmeyi sonlandıracak olan kişinin kendi adaleti oluyor. Kimi zaman insan yargıcına küsüyor ve tüm yaşamını bu yargıçla kavgalı geçiriyor; belki de modern ifadesi ile depresyon... Kimisi için durum sanığın haklı çıkmasıyla sonuçlanıyor. Suçlu bulunması muhtemel eylem haklı gerekçelere dayandırılıyor ve kişi zaferle çıkıyor iç mahkemesinden. Sona kalan ihtimali ise siz de kestirebiliyorsunuzdur eminim. Klein ve Raskolnikov karakterlerinin örneklediği sonuç; yani kişinin kendine yenilerek mağlubiyet maskesini giymesi... Hoş, bunun bir mağlubiyet olduğu tartışmaya açıktır. İnsanın kendi vicdanına yenilmesi, hak olanı yapmaktır bana kalırsa, o özbilginin evrendeki sonsuz hakimiyetine bir kez daha boyun eğmektir.
Hermann Hesse de kişinin kendi ile hesaplaşmasında bana katılıyor olacak ki, Klein üzerinden bu yenilginin tanımını yeniden yapıyor. Kendini bir sandaldan suya bırakan Klein'ın zihninden geçirebildiği son düşünceler "Kim bir defa, bir tek defa kendini elden çıkardı mı, kim bir defa o büyük güveni gösterip kendini yazgının eline eslim etti mi, özgürlüğüne kavuşmuş demektir." (84) şeklinde aktarılıyor. Klein bizlere insanlığı oluşturan yapı taşlarına güven duymamız gerektiğini öğütlüyor. Ben de Klein'a katılarak ekliyorum ki, biz insanlar doğamıza konmuş öğretileri, komutları bir pranga olarak görmekten vazgeçip; bu öz bilgiyi pozitif bilimle, erdemle harmanladığımızda özgürlüğümüze kavuşacağız