NURULLAH ATAÇ VE DÜŞÜNCE DÜNYASI

Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş… Peki ama, bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir.

Yalanın yalan olduğunu bilerek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır? Bu yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor.

21 Ağustos 1898’de İstanbul’da dünyaya gelen ve 17 Mayıs 1957’de Ankara’da son yolculuğuna uğurlanan ünlü edebiyatçımız Nurullah Ataç, deneme ve eleştiri dünyamızın en önemli şahsiyetlerinden biridir. Yazdıkları ile onlarca seneler sonrasına damgasını vuran büyük kalem, özellikle değerler konusunda sıraladığı görüşleri ile düşünce dünyamıza ışık tutmaktadır.

Türkçenin inançlı bir özleştiricisi olan yazar, Cumhuriyet Dönemi şairlerinin tanınmasına, yeni şiirin benimsenmesine destek vererek özellikle Orhan Veli‘nin ünlenmesini sağlamıştır.

Deneme yazılarını bir söyleşi havası içinde konuşurcasına kolay anlaşılan bir dille yazan Ataç, Türkçenin söz dizimini araştırıp konuşma dilinde bulunan devrik cümleyi yazı diline kazandırarak yazılarında özellikle genç edebiyatçıların çalışmalarına yer vermiştir. FransızLatin ve Sovyet yazarlarından yaptığı çevirileri 50 kitabı geçen yazar bunlarda da anlatım biçimlerine büyük bir önem verir. Bu konuda şöyle der:

“Bir söz, şöyle yolu yordamıyla, kendine en yakışan kelimelerle, kullanılan dilin gereklerine uygun olarak söylenmemiş mi, geçin onları!”

Ünlü sanatçının deneme hakkındaki görüşleri ise şu şekildedir:

“Deneme bir yandan eleştirmedir. Bir konuyu alır, onu inceler, onun gereklerini bulmaya, göstermeye çalışır… Bunda, bir yaratıcılık payı vardır: Denemeci şiirde, hikâyede, müzikte neler bulduğunu söylerken kendince bulunmaması gerekenleri de söyler. Yani kendi içini de dinler, kendini bir yana bırakmaz.”

Samimilikle ilgili yazısında bizlere şöyle ifadeler bırakmıştır:

“Toplum hayatında kişiler birbirlerinden samimilik beklemezler, terbiye beklerler, nezaket beklerler, birtakım kurallara uyulmasını isterler. Mürailik (ikiyüzlülük) edeceksiniz, düşünmediğinizi, inanmadığınızı söyleyeceksiniz demiyorum ama aklınıza geleni şöyle iyice bir tartmadan söylemeye hakkınız yoktur. Yeryüzünde bir başınıza değilsiniz, başkalarının zevkini, hatırını da gözetmeniz gerektir.”

 

Yazara gelen bir mektup:

Bir gün bir mektup almıştım, okurlarımdan biri benim yazılarımdaki samimiliği beğendiğini bildiriyordu. Sövülmüşüm gibi betime gitti: “Acaba başka bir değeri yok mu benim yazılarımın? Bu okurum benim yazdıklarımda kendi işine yarayacak, hiçbir şey bulamamış da onu söylemek mi istiyor?” diye içlendim durdum.

Samimilik arkasından koşanlardan değilim ben, kendimce önemli bulduğum birtakım işler üzerinde düşünürüm, düşündüklerimi de karşımdakilere açıkça anlatmaya özenirim. Doğruyu bulabilir miyim? Ne demek istediğimi anlatabilir miyim? Bilmem orasını, bilemediğim için, içime bir güven gelmediği için de üzülürüm. Böyle konuşma diliyle yazmaya çalışmam samimilik için değildir, düşündüklerimizi karşımızdakilere bildirmek için Türkçede en iyi yolun bu olduğuna inanırım da onun için böyle yazarım. İnsan işini, sevdiği, saydığı işini içinden doğana bırakır mı? Ben de işim üzerine, yani yazarlık üzerine hayli düşündüm, türlü yolları denedim, bugünkü deyişimi uğraşarak kurdum. Bunu övünmek için de söylemiyorum, yalnız kendimi yaradılışıma bırakmadığımın, yazarlığı küçümsemeyip onun gereklerine uymaya çalıştığımın bilinmesini isterim.

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.