Nevin Yıldırım davası aslında Türkiye için yeni bir konu değil. Zira olay, 2012de gerçekleşiyor.
Nevin Yıldırım, 2012de kendisine tecavüz ettiğini iddia ettiği Nurettin Gideri öldürdükten sonra kafasını keserek bir çuvala koymuş ve köy meydanına getirerek namusuna el uzatanın sonunun böyle olacağını söylemişti.
7 yıldır süren yargılama süreci geçtiğimiz hafta Yargıtayın, ilk derece mahkemesinin Nevin Yıldırıma müebbet hapis cezasına hükmettiği kararını onaması ile sonuçlanmış oldu. Olayda Nevin Yıldırımın ve Nurettin Giderin gönüllü bir ilişki içinde olduğu iddialarından Yıldırımın kişiyi öldürürken
kasıklarına ateş etmiş olmasına kadar birçok önemli husus var. Geniş yankı
uyandıran bu olay hakkında olayın karmaşıklığına paralel olarak herkesin bir değerlendirmesi var.
Tarafların ileri sürdükleri iddialara ve savunmalara basına yansıdığı kadarıyla ulaşabiliyor olmamız nedeni ile kamuoyunun zihninde bir duruşma canlandırarak Yıldırımı yeniden yargılaması ve zihinlerindeki karara uygun olarak yargının karar vermesini beklemeleri elbette mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi ile bağdaşmaz. Olayın bir köyde yaşanması nedeni ile tanıkların birbirine yakınlığı, ölenin ailesinin köyde sahip olabileceği nüfuz soruşturma sürecine dair kuşkuları artıran unsurlardan. Fakat davanın maddi unsurlarına ulaşımımızın kısıtlı olduğu bu şartlar altında davayı yeniden ele alır cinsten kamuoyu yargısı oluşturmak doğru bir habercilik değil bana kalırsa.
Nitekim Nevin Yıldırım davasının somut olay ötesinde üzerine durulabilecek farklı
noktaları da var.
İlk olarak hak savunucularının davayailişkin tepki gösterdiği hususlardan biri Yıldırımın haklı savunmayı bir kenara bırakın haksız tahrik hükümlerinden dahi yararlandırılmaması.
Haklı savunma, haksız tahrik gibi kavramların yasallık ilkesinin hâkim olduğu
suç hukuku alanında sınırları çizilerek unsurlarının belirlendiği Türk Ceza Yasasında da görülebilir. Yalnız bu unsurların somut olaya uygulanmasında her bir dava konusunun özelliklerinin belirleyici rol oynayacağı kaçınılmaz bir gerçek. Bu noktada mahkemenin haksız tahrik değerlendirmesi yaparken süregeldiği iddia edilen ilişki nedeni ile anlık bir hiddet ve şiddetli elemin meydana gelmiş olamayacağına hükmetmiş olması mümkün.
Fakat öğretice haksız tahrikin tasarlama ile bir arada bulunabileceğini savunan yazarların olduğunu unutmamakta fayda var. Bu yazarların; kışkırtmanın, aynen Nevin Yıldırıma yapılmış olabileceği gibi bir süre devam eden bir davranış olabileceğinin üzerinde durduğunu söylemek yanlış olmaz.
Yargıtayın bu davadaki uygulamasında haksız tahrik ile tasarlamaya birbirini dışlar
biçimde ele aldığı görülmekte. Fakat Yargıtayın verdiği kararlar ile yalnızca önündeki davaya ilişkin değerlendirme yapmasının ötesinde bir içtihat mekanizması olduğunun da göz ardı edilmemesi gerekir. Bir diğer deyişle, Yargıtay bu davada haksız tahrikin unsurlarını nasıl uyguladığına göre gelecekteki davalara da yol göstermektedir.
Bu halde, Yıldırımın haksız tahrik hükümlerinden yararlandırılmaması haksız tahrikin dar yorumlanması bakımından ceza davalarının seyrini etkiler nitelikte olacaktır.
Bir diğer üzerinde durulabilecek konu, yargı yerlerinin namus cinayetleri bakımından geliştirdikleri içtihat ile kamuoyu vicdanını yaralayıcı bir tutum sergilemeleri.
2012den beri davanın seyrini takip eden hak savunucularının da ileri sürdüğü gibi
Yıldırımın yerinde bir erkek olsaydı ve namus cinayeti işlediği iddiasında bulunsaydı cezadan indirime gidilmesi söz konusu olacak mıydı? Bu noktada şu ana
kadar ki yargı içtihatlarına ve bu kararların dayandırıldığı hukuk kurallarına bakıldığında yalnızca hukuk kurallarını uygulayan ceza hakimlerinin değil yasanın gerekçelerinin de erkek egemen bir yapı gösterdiğini iddia etmek yersiz olmayacaktır. İşte ortaya çıkan bu soru işaretlerinin özellikle kadınlar bakımından yargının karşısında eşit olmadıkları düşüncesini doğuracak olması yargıya olan güvenin bir de cinsiyet temelinde zedelenmesi açısından tehlikeli bir durum.
Özellikle sosyolojik gerçekliklerimiz sonucu olarak kadınların taciz, namus, töre konularında adaletine güvenecekleri, sırtlarını yaslamaları gereken yargının onlara içtihatlarıyla sırt çevirmesinin sonuçları yalnızca hapiste çürüyüp giden hayatlar olmayacaktır.
Yargılamanın tarafsız olmadığı, sonuçsuz kalacağı düşünceleri daha çok karanlıkta kalan taciz olayı, daha fazla psikolojik şiddet ve maalesef daha fazla mahkemelere
yansımadan üstü örtülen cinsiyete dayalı insanlık dışı muamele anlamına
gelecektir.