Kaç zamandır sulu yemeğe hasret kalan Dadaşkent ahalisinin bekarlarından biri olarak, tavuk döner, pide lahmacun derken domates ekmeğe talim etmenin zafiyetindeki solgun yüzümü yeni açılmış olan ve sulu yemekler bulacağımın müjdecisi, bir camekanda gördüğüm "lokanta" yazısı aydınlatmıştı.
Şirin, temiz, sıcak ve lezzetli yemeklerin bütünleyicisi elbet mekan sahibi Oktay Yıldırımer.
İlk gördüğümde babacan davranışları, şık giyimi, vakur duruşu ve o güzelim Türkçesiyle dikkatimi çekmişti. Üç beş akşam yemeği sonrası sohbet edecek kadar yakın olmuş, en son gittiğimde ise iki saate yakın hayat hikâyesini dinleme şansım olmuştu. Namı Erzurum sınırlarını fazlasıyla aşmış hatta Türkiye sınırlarının dışına taşmış bir değer Bacak Oktay!
O konuştukça anlattıklarını bir film sahnesinde izler gibiydim. Ne kadar dolu dolu bir hayat! Ne kadar hızlı bir yaşam! Ve bir o kadar da renkli!
İstanbul'da zirveyi görmüş! On kadar ülkeye ihracat yapacak fabrikalar, Erdek'te lüks bir tatil köyü ve bağdat caddesinde ünlü bir kulüp ile zirvenim kartallarından biri olmuş.
Dönemin birçok ünlü kabadayıları, iş adamları ve sanatçıları ile dostluklar kurmuş. Ne zaman ki ülkede çakalların sayısı kartalların sayısından fazla olmuş, omuzundaki sakosunu iki yana açarak uçmuş başka zirveler bulmaya.
Bir gece sahta bir isim ve pasaportla başlamış Avrupa yaşamı!
Kırk yıla yakın Avrupa'nın birçok ülkesinde kalmış. İngilizce, İtalyanca ama ziyadesiyle İspanyolca öğrenmiş. Çünkü 12 yıl İspanya'da lüks bir hayat yaşamış. Büyülenmiş bir halde dinliyorum hayat hikayesini.
"Yaaa, sevgili Hocam "Bacak Oktay" dedikleri benim işte!"
Bir yandan düşünüyorum, yemekleri mi yoksa sohbeti mi daha lezzetli! Doyumum dorukta.
Yetmişin yedisindeyim dese de, bu yetmiş yedi yılı o kadar deli ve bir o kadar dolu yaşamış ki, kafadan bir on yılını silmiş yaşından! Allah uzun ömür ve sağlık versin Hacı Oktay'a! Ya, bu arada da hac farizasını da yerine getirmiş!
Şaşkınım, sormadan edemiyorum; "Ağabeyi bu kadar hızlı yaşarken hangi ara bir dere evlenmeye vaktin oldu?"
"Kırk dokuz yaşındaydım. Namlı bir kabadayıyım amma Nur içinde yatsın, rahmetli anam benden daha kabadayıydı. Bir şekilde görücü usulü evlendirdi beni. Çok şükür, huzurlu bir hayatım, üç tanede gül gibi evladım var."
Kabadayılıktan söz açılınca, nasıldı diye soruyorum;
"Sakın ha! Sakın şimdiki mafya bozuntularıyla o zamanın kabadayılarını karıştırmayın! Dersim Ahmet, Godo Şeref, Gez Mahalleli Kor Fuat, İrfan Pasin, Kartol Recai, Kuşbaz Alaattin ve daha niceleri. Kabadayılığın bir raconu daha mühimi bir namusu vardı! Mahallenin namusu, semtin namusu, garibanın namusu, mazlumun namusu! İşte bunlardı bizim namus bildiğimiz. Mertlik vardı. Dürüstlükte.
Evet Kabaydık! Kabalığımız kalınlığımızdandı. Bileğimiz ve yüreğimizin kalınlığıyla namerttin ve menfaatin önünde eğilmeyecek kadar kalındık!
Evet dayıydık! Dayılığımız mahallemizin ve semtimizin bacılarınaydı! Çünkü hepsi bacımızın kızlarıydı!
Hem kaba hem dayı olunca, elbet kabadayıydık evelallah!
Bu sefer o sordu; "Nedir kader dedikleri hocam?"
Hayatını sinema perdesinde izlediğim bu filminden kopmanın şaşkınlığıyla beklenmedik bir soruyla karşılaşınca afalladım bir an. Sağ olsun hemen cevabını verdi!
"Beyaz bir kağıda beyaz bir kalemle yaşayacaklarının yazılmasıdır. Göremezsin. Okuyamazsın. Ama yazılıdır işte. Ve ben yazılanları yaşadım işte, Onurumla şerefimle!"
Hayatını pişirmiş, maşallah. Pişirdiklerini şimdi Dadaşkent'e, PTT ye yakın bir yerde sunuyor şimdi.
Allah sana uzun ömür ve sağlık versin Oktay Ağabeyi. Az da olsa hala bazı değerlerin yaşandığı bir şehir. Ve biliyorum ki o değerler senin gibi üç beş değerin sırtında! Eğilmez bir direk gibi!