Papa Francis’in Irak ziyaretinin ardından Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Papa şerefine bastırdığı pullardan birinin arkasında bir harita yer alıyordu ve bu haritada Türkiye’nin doğusunda yer alan birçok şehrin Kürdistan haritasına dahil edildiği görüldü. Elbette bu harita, hatıra pulunun arkasında yer alan basit bir görsel değildi. Nitekim toplum ve yetkililer tarafından da hafife alınmadı, tepki gösterildi. Elbette bir pulun arkasında harita basmak ile devlet olunmuyor ve elbette bu haritanın Ömer Çelik’in de söylediği gibi “yalan yanlış iş” olmaktan başka bir işlevi yok. Daha da önemlisi, Türkiye’nin geçerliliği olmayan bir harita üzerinden uzun uzun konuşacak lüksü de yok. Kadın hakları, düşünce özgürlüğü, nitelikli eğitim, sağlıklı beslenebilecek ekonomik güç, çıkıp şöyle bir yürünebilecek bir park ihtiyaçları gibi konuların konuşulması gereken gündemimiz için bir hatıra pulunun arkasında çizilmiş harita ile ilgili tartışma, Dış İşleri yetkililerinin ilgilenmesi gereken bir konudan fazlası değildir.
Bizim daha çok ülke olarak iyi olan, gerekli olan her standardımızı asgari seviyeye indirmemiz; baştan savmanın, hoyratlığın, nadanlığın ise git gide iltifat kazanması, itibar görmesi üzerine konuşmamız gerekir. Saydığım bu sıfatlar belirli bir alana, bir ideolojik sınıfa, bir meslek grubuna has değil. Bizden talep ettiğimiz her güzel şeye nimet gibi yaklaşmamız beklenirken nimete karşı şükrün karşılığı mevcudun kötüleşmesini beraberinde getiriyor. Düşünce özgürlüğü diyorsunuz, istesen cumhurbaşkanına küfrediyorsun daha ne istiyorsun diyorlar. Çünkü düşünce özgürlüğünden anladıkları serbestçe hakaret edebilmek. Düşüncelerinizin sizi işinizden edeceği endişesiyle, sizin düşünceniz yüzünden söz gelimi çocuğunuzun okulda farklı bir muamele görmesinden duyduğunuz kaygıyla kendinize uyguladığınız oto sansürü düşünce özgürlüğü çerçevesinde tartışmıyorlar bile. Düşünce özgürlüğü deyince düşüncelerinizden ötürü hapse atılmamış olmanızla yetinmenizi bekliyorlar. İnsan onuruna yaraşır bir hayat istiyorsunuz midenize kuru ekmek girdiği için aç olmadığınızı milletin meclisinden ilan ediyorlar. Eğitim-istihdam niteliğinin artmasını istiyorsunuz köylü çocuğu olarak X üniversitesine gelmişsin ya daha ne istersin diyorlar. Üniversiteden sonra gireceğiniz işte liyakat sisteminin işletilmediğini, ucuz işçiliği hele bazı iş grupları için hepten emek sömürüsünü görmüyorlar bile.
Kamu idaresinde veya özel sektörde idareden talepkar olduğunuz bir işte karşınızda muhatap bulduğunuzda evvela şükür namazı kılmanızı bekliyorlar, tüm sistemin zaten insan için kurulduğu gerçeğiyle oralı olan yok. Yasal sınırlar çerçevesinde talep ettiğiniz şeyin gerçekleştirilmesi ise zaten tahayyülü zor bir lüks unsuru.
İşinizi iyi yapmaya özen gösteren bir insansınız tutunmanız ise zor, sistemin kokuşmuşluğu içinde ya çoğunluğa ayak uyduruyorsunuz ya da iç huzurunuz, ruh sağlığınız bozuluyor. Yani yalnızca talep çizgisinde en azla yetinmeye zorlanmıyorsunuz, vermek istediğiniz hizmette, ortaya çıkarmak istediğiniz üründe de ortalama niteliğin düşmüş olması ile siz de vasıfsızlığa sürükleniyorsunuz. Bu sırada “var mı artıran” üslubuyla nobranlığın, yapmış olmak için yapmanın, göz boyamanın hüküm sürdüğünü görüyorsunuz. Tüm bunlara rağmen işinizin hakkını vermeye çalışmak, adamına göre muamele üslubundan sıyrılmak, haksızlığa karşı durmak için bir referans noktası bulmaya ihtiyaç duymamak ise bir bireysel muhalefet meselesi, muhalefet edelim!