Çocuksunuz, yaşlısınız, engellisiniz, hastasınız veya kim tarafından çıkarıldığını anlamadığınız savaşlardan, etnik kökeninizden yahut mezhebinizden ötürü size doğrultulmuş silahlardan kaçmak istiyorsunuz. Sizden önce bu yolu izleyenlerin yöntemini takip ediyorsunuz, insan kaçakçılarının elinde üstelik yüksek fiyatlara Türkiyeye geçiyorsunuz. Belki iş imkanları daha fazla olduğu için belki devlet yardımları daha bonkör olduğundan daha iyi bir hayat kurabileceğiniz düşüncesiyle aranızdan daha çok parası olanlarınız bir botla yine insan kaçakçıları elinde Avrupaya geçmek istiyorsunuz. Türkiye sahillerinden 4 saatlik bot mesafesi ile çoğunlukla gece yapılan ve ağırlık yapmaması gerekçesiyle yanınıza battaniye, mont bile alamadığınız bir yolculukla hipoterminin yahut boğularak ölmenin sınırında Midilliye varıyorsunuz. Ölüm tehlikesinin olmadığı daha iyi bir hayatın hayalinde iken sizi Midilli Adasındaki Moria sığınmacı kampına götürüyorlar, daha doğrusu botunuzun vardığı yer zaten bu kampın sınırları içinde. Kamptakilerin büyük çoğunluğu Afganistanlı ancak göçün zirve yaptığı 2015 yılında Suriyeden ve Kuzey Afrika ülkelerinden de birçok mültecinin geldiğini görüyorsunuz. Yüzde kırk oranında çocuğun olduğu bir kamp karşılıyor sizi.
Siz daha iyi koşullarda yaşamanın hayalini kurarken yahut haberlerden, internetten duyduğunuz kadarıyla birtakım haklarla buluşacağınızı beklerken insani olmayan koşulların içinde buluyorsunuz kendinizi. Barınma, tuvalet, temizlik ve beslenme ihtiyaçlarınız bile ilkel koşullarda karşılanıyor. Eğer adaya ayak bastığınız gün mülteci statüsü ile Batı Avrupa ülkelerine iltica etmek yahut birtakım haklar edinmek üzere başvuruda bulunursanız size en yakın iki yıl sonraya görüşme için randevu veriyorlar. Sizin hakkınızda yasal süreç başladıktan sonra da kaç yıl sonra sonuç alabileceğinizi kimse bilmiyor. Söz gelimi 2015de kampa vardıysanız, barakalarda, kişisel temizliğiniz, beslenme ihtiyacınız insan onuruna yakışır şekilde karşılanmadan geleceğe dair hiçbir öngörünüz olmadan beş yıl geçirmiş oluyorsunuz. Yani başlangıçta bir bekleme odası olarak gördüğünüz kamp sizler için zorla kalıcı bir ortama dönüştürülüyor.
Dört bin insanı barındırmak üzere inşa edilmiş kamp, 19 bin kişiyi barındırıyor sonra Türkiye ile AB ülkeleri arasındaki Geri Kabul Anlaşması sayesinde bu sayı 13 bine geriliyor, ancak hala azami nüfusun dört katından fazla insan ile yaşam mücadelesi veriyorsunuz. 70 farklı etnik kökenden insan orada çok sınırlı şartlarda bir arada bulunduğundan kamp içi çatışmalar başlıyor, söz gelimi 14 yaşındaki Yemenli bir çocuk yemek için karıştığı kavgada bıçaklanarak öldürülüyor. Sonra Covid-19 çıkıyor, kampta virüs taşıyan insanlar tespit edilince sözde bir karantina uygulanıyor. İnsanlar, konforlu evlerinde kapalı kalmaktan bile depresyondan depresyona sürüklenirken siz haber kaynaklarına ulaşımınız kısıtlı, ne olduğunu bilmediğiniz bir hastalığa karşı koşullarınız daha da kötüleştirilerek mücadele veriyorsunuz.
Dünya; covid-19, siyasi çekişmeler, ekonomik krizler ile boğuşurken unutulduğunuzu, sesinizi duyuramadığınızı görüyorsunuz ve bir gün tak ediyor. Belki örgütlenerek belki yalnızca birkaç kişinin planlamasıyla kampın farklı noktalarından kampı ateşe veriyorsunuz. Biliyorsunuz çünkü başka türlü bu koşullardan kurtulmanın imkânı yok. Belki de bir noktaya kadar başarılı oluyorsunuz çünkü yeniden hakikaten 13 bin mülteciyi biz bir kampta tutuyorduk, ne oldu onlara? diyor, en azından bir grup insan.
İşte Yunanistan tarafından ana kıtaya yaklaşmanıza dahi izin verilmeden Midillideki kampta tutulan bir sığınmacı olsaydınız, hikayeniz maalesef böyle olacaktı. Avrupa tarafından öyle ateşe atılıyorlar ki koca bir kampın yangını sığınmacılara küçük geliyor. Neticede, kanlı tarihleri ve Doğu Akdenizde uluslararası hukuku hiçe sayan iddialarıyla emperyalist hadsizlik öylesine damarlarına işlemiş ki ne Yunanistan ne Fransa ne de Avusturya ırkçı, göçmen karşıtı politika gütmekte ve o insanları kendi kendilerini yakacak düzeye getirmekte hiçbir sakınca görmüyorlar.