Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmış, yanmış ve yakılmış külleri arasından bin bir çileler ve bedeller ödenerek kurtarılmış ve kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden kurtarmak nasıl bir gaflet, hıyanet ve dalalettir.
Kurulduğunda kurucu iradenin ilk hedefi; ülkede bulunmayan en kıymetli üç beyaz ve üç siyahı temin etmekti. Üç beyaz; un, şeker ve bezdi. Üç siyah; demir, kömür ve neftti (gazyağı/petrol).
Henüz Balkan savaşına girilmediği yılarda bile ülkenin durumu iyi değildi. Bu durumun daha iyi anlaşılması için 1910 yılında Kayseri’de yayınlanan Erciyes Gazetesi’nde kaleme alınan yazıda: “Büyüklerimiz kalksa ısısı içeri dumanı dışarı olan sobayı görseler, bundan daha büyük bir rahatlık dünyada var mı derlerdi.” Yine “Allah’a şükür, sanki Singer dikiş makinesi mi ki bozulduğunda tamir için İstanbul’a gönderilsin, çiftin ucundaki demir kırılınca kaynatacak haddahane(demirci dükkânı) Kayseri’de açıldı.”
Savaştan önceki durum buysa sonraki durumu siz düşünün. 1940’larda bile, yaylaya giden göçerler evin dış kapısını da söküp yaylaya götürüyorlardı. Çünkü geride kalan en kıymetli ev eşyası, evin dış kapısıydı. Yayladan döndüklerinde yerinde bulamazlar korkusuyla kapıyı söküp yaylaya götürmelerinin nedeni buydu.
Batı’da Yunanlı, Doğu’da Rus ve Ermeni, Güney’de Fransız çekilirken evleri, ahırları, samanlıkları, zeytinlikleri, fıstık ve kavaklıkları ateşe vererek çekiliyordu. Ağaç olmadığı için kereste de yoktu. Doğu’da evlerin pencereleri bugünkü gibi yanlarda değil, damın tepesinde ufak bir ışıklıktı. Bunun nedeni hem eşkıya korkusu, hem de cam ve kereste olmadığı içindi. Can korkusu, gece dışarı çıkamama, savaşın bıraktığı yetim ve dul kadınların namusunu koruması nedeniyle tuvaletler/ helâlar evin içerisindeki ahırdı. Ahırın kapısı dışarıda değildi. Ev kapısından ahıra gidilirdi.
Her dört kişiden birinin veremli olduğu, bit ve pirenin yaygınlığı nedeniyle tifüsün, bataklıklardan beslenen sivrisinekler nedeniyle sıtmanın kol gezdiği, ilaç ve hekimin olmadığı, arpa ve çavdar ekmeği değil de buğday ekmeği yemenin bir üstünlük nedeni olduğu, yamalıksız elbisenin köy ve kasabada giyenin bulunmadığı, bırak diploma sahibi olmayı sadece okuryazar olan -o da askerde öğrenmiş- bir insanın köy ve kasabada parmakla gösterildiği bir mirasla devleti kuran, vatanı kurtaran irade, ülkede kimseyi şu ya da bu adla adlandırmıyor, bölmüyordu. Hitap edilirken Türk milleti, değerli yurttaşlar, efendiler sözü ile hitap ediliyordu.
Bugünkü gibi seçim meydanlarında hiçbir parmak işareti yoktu. Parmakların parsellenmediği gibi yönler de sağ, sol, kuzey ve güney gibi parsellenmemişti. Herkesin üzerini örtecek kadar büyük, şanlı ve şerefli bayrak haricinde hiçbir renk ve işaret taşıyan bir şey yoktu.
Kurtulmuş devleti kurtarmak adına etnik, dini, siyasi her ne ad altında olarak bölenler nasıl oluyor da devleti kurtarmış oluyorlar. Gençleri, polisleri, askerleri, işçileri, öğrencileri, sokakları, kasaba ve kentleri, camileri, yurtları, stadyumları, renkleri, parmakları ve yönleri parselleyip bölenler, ben ve öteki diye ayıranlar, kin ve nefret tohumları saçanlar nasıl oluyor da vatanı kurtarma işiyle yola çıkıyorlar. Nasıl oluyor da kardeşlikten, adaletten, birlik ve dirlikten utanmadan bahsediyorlar.
Paramparça olmuş, dağılmış aşiret, kabile mantığıyla hareket eden halkı bir araya toplayarak Türk milleti adı altında ve ona yakışan bağımsız bir devlet kurmanın ne eksiği ve hatası var ki, edepsiz ve hayâsızca vatanı kurtaracağım diye kurucu iradeye saldırıyorlar.
Gençlerin hapishanelere, stadyumlara ve seçim meydanlarına dolmasına neden olanlar, ülkesinin insanına devleti kurtarma adına her türlü sürgün ve cefayı reva görenler, işini elinden alanlar, haraç toplayanlar, onların eline silah, körpe çocukların ellerine taş vererek canını ve namusunu koruyan asker ve polise silah sıktıran ve taş attıranlar, katillik öğütleyenler nasıl olurda masum olurlar. Bunları alkışlayanlara da yazıklar olsun.
Bunlar vatanı mı yoksa kendi kirli ve gizli emellerini mi kurtarıyorlar.
Sözüm ona aydınım diye ortaya çıkan vatan bölücülerine, kasaba siyasetçilerine, üniversiteli diplomalılara, şu ya da bu ad altındaki önderlere, şairlere, edipler ihtiyacımız yok.
Ülkeyi talan etmenin adına vatan kurtarma diyerek laf cambazlığı yapanlara kanan, kör ve sağır önlerinde diz çökenlere de yazıklar olsun.
İlkokulda sınıfımızda hiçbirimizin önlüğü yamalıksız değildi. Ağabeyimin eski önlüğüyle ilkokulu bitirdim. Ortaokulda öğle tatilinde 25 kuruşla aldığımız çemen ekmekle karnımızı doyururduk. Lise yıllarında bile kışta kıyamette paltosu olan arkadaş çok azdı. Durumumuz bu haldeyken bize kurtulmuş vatanı kurtattıranları, parmakları bölenleri, sevgi ve kardeşlik yerine yüreğimize kin ve nefret tohumlarını saçanları lanetliyorum.
Hayallerimi gerçek sandığım yıllarda vatanımın güzelliğini süsleyen baharın, kışın, dağın, çiçeğin, gülün, denizin, yıldızların varlığından haberim olmadan, doya doya hissederek ve farkına varmadan yaşadım. Hayatımı çaldılar. İki elim hayatımı çalanların yakasındadır.
Kalıplaşmış fikirleri içeren ideolojilere kör, sağır, sorgu ve sualsiz teslim olmak nasıl tutsaklıktır. Ruhunun ve aklının iğdiş edilmesine, gözüne at gözlüğü takılmasına razı olmak, bunu da kahramanlık ve dava sanmak ne büyük bir gaflettir.
İdeoloji sahibi siyasetçi, önder, öğretmen, hoca ve ağabeyler vardı. Cemil Meriç’in “İdeolojiler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir”, “Nezleye tutuluyor gibi ideolojilere tutuluyoruz” dediği gibi deli gömleği giydirilmek, ruhunu hasta etmek için insan avına çıkılıyordu. Pazar yerinde avaz avaz bağıran laf cambazı ve madrabaz satıcılar gibi gençleri ideoloji sahibi yapmaya, boynuna ip takmaya, sırtına semer vurmaya, aklını tutsak etmeye, iradesini elinden almaya çalışırdı ve hala da çalışılmaktadır. Bunun adı da kutsal davaydı.
Asr suresi bu zihniyeti güzel ortaya sermektedir. “Yemin olsun zamana, insan, gerçekten tam bir yıkım, hüsran içerisindedir. İnanıp iyiliğe ve barışa yönelik işler yapanlar, birbirlerine hakkı önerenler, birbirlerine sabrı önerenler müstesnadır.”
Dün öyleydi de bugün ne değişti derseniz siz bilirsiniz.
İlahi kelamın ifadesiyle “Bir topluluk kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. ” Rad/11.