Kundakçı tulumbacılar!

Osmanlı dönemi İstanbul’unda, tarihe kapkara puntolarla yazılan yangınlar olurdu.

Öyle ki…

Bir semtte başlayan yangın, (yapıların yüzde doksanı ahşaptan olduğu için) hem günlerce devam ederdi hem de komşu semtlere sıçrardı.

“Suriçi yangınları” vardı ki, birkaç günde yüzlerce ev ve dükkan küle dönerdi.

Osmanlı’da, bugün ki gibi merkezi itfaiye teşkilatı yoktu.

Her semtte yahut da büyük mahallelerde, giderlerini orda ikamet edenlerin karşıladığı mahalli teşkilatlar vardı.

“Tulumbacı” denirdi onlara…

Merkezi bir noktada tulumbaları su dolu olduğu halde beklerler, yangın çıktığında mümkün olan en kısa zamanda müdahale ederlerdi.

Çoğu kere bir işe yaramasa da, başkaca bir çözüm de yoktu.

İşte…

O dönemde, bir İstanbul mahallesinde geçer olay…

Mahalle sakinleri dar gelirli kimselerden oluşmuştu.

Hamallık yaparak ya da gündelik işlerde çalışarak evlerine ekmek götüren o insanlar; yaşadıkları yoksulluk yetmezmiş gibi bir de tulumbacılara maaş ödüyordu.

Bu da, onları fena halde rahatsız ediyordu.

İtiraz sesleri yükseliyordu:

“Adamlar mahallenin orta yerinden sabahtan akşama kadar yan gelip yatıyorlar, ama tıkır tıkır maaş alıyorlar. Ne ala bir dünya.”

Çünkü o mahallede, bir yılı aşkın süredir yangın çıkmamıştı.

Ahalinin homurdandığını gören ser tulumbacı anında tedbir alıyor:

“Bu” diyor. “Böyle gitmez. Mahallelinin gözü üzerimizde... Şayet bir yangın olmaz ise, kimse bize artık peş para ödemez.”

Sonra reçetesini açıklıyor:

“İçimizden birkaç kişi, şaki kisvesine bürünecek ve mahallenin bazı yerlerinde yangın çıkaracak. Sonra da biz tulumbalarımızla yetişip yangını söndüreceğiz. Böylelikle ahali, mahallenin bize ihtiyacı olduğuna yeniden inanacak.”

Böylelikle…

Literatürümüze “kundakçı tulumbacı” kavramı girmiş oldu.

Önce yak, sonra kurtarıcı olarak sahneye çık!

Bu hal için “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” de diyebiliriz.

Osmanlı’da sigorta sistemi yoktu.

İşyeriniz veya konağınız yangında kül olursa kimseden bir kuruş talep edemezdiniz.

Ama bugün öyle mi?

Değil tabii ki…

Bolu’daki Grand Kartal örneği işte tüm çıplaklığıyla ortada…

Koskoca otelin muhtemel bir yangına karşı hiçbir tedbiri olmadığı halde nasılsa kendini sigortalamayı başarmış!

Üstelik birçok şirketin “ben böyle bir binayı sigortalamam” demesine rağmen…

Şimdi hapishanede olan o açgözlü patron şöyle düşünmüş olmalı:

“Sigorta şirketine şimdi eşek yüklü para ödüyorum; ama otel yandığında, yıkıldığında, çığ düştüğünde nasılsa o paranın yüz katını sigorta şirketinden alırım.”

Pekii ya can kaybı olursa?

“Aman sen de… Olursa olsun; bir iki çalışanımı suçlu diye gösteririm, onlar da bilemedin bir iki yıl yatıp çıkar!”

Hürriyet gazetesi, o otelinin patronu için muhteşem bir manşet atmıştı:

“Grand çakal.”

Palandöken mahalli gazete ya…

Bazen feryadımız da manşetlerimiz de memleket sınırlarını aşamıyor.

Manşet olmasa bile aynı ifadeyi bu köşede, Hürriyet’ten bir gün önce dillendirmiştik.

Olsun…

Değil mi ki Hürriyet, o manşetiyle maşeri vicdana tercüman oldu.

Bu aralar üç gazete favorim:

Hürriyet…

Milliyet…

Türkiye…

Hürriyet’te sözünü esirgemeyen Ahmet Hakan Coşkun, Milliyet’te bilge yönetmen Özay Şendir, Türkiye’de tüm ağırbaşlılığı ve tecrübesiyle İsmail Kapan…

Sadece manşet çıkarmıyorlar, yaraya neşter vuruyorlar.

Hakaret yok, iftira yok, provokasyon yok…

Birilerine şirin görünme hesabı gütmüyorlar, en mühimi de birilerine kelepçe takma peşinde koşmuyorlar.

Gençliğimde, Milliyet dışında bu iki gazete de çalıştım.

Pusula’da İrfan Tarakçıoğlu, emekli meslektaşım Cem Bakırcı dile gelse de anlatsalar o yılları…

Türkiye’de yirmi binden fazla otel olduğu söyleniyor.

Kayıt dışı olanlar hariç…

Türkiye…

Gıdadan tekstile, hizmet sektöründen konaklamaya, imalattan turizme tam bir kaçak iş gücü cennetidir.

Hele hele de Suriyeli ve Afgan çalıştırıyorsanız bu ülkenin tadına doyum olmaz!

Prim yok, insana yaraşır maaş yok…

Sonra oteller, fabrikalar, atölyeler yanıyor.

Ne olacaktı, efendiler sizce?

Kolonları kesilip alan genişletilmesi yapılan binalar çökmeyip de tarihi eser diye mi kalacaktı?

İnsan ibadetinin değil, eyleminin sonucuyla ölçülür.

Ömrü boyunca üçkağıt yapacak, ama her yıl Kabe’yi tavaf edecek.

Nasılsa inanıyorlar ki, “Hac, günahları sıfırlayan bir takometre; tövbe.”

Haşa, Allah bilmez mi o düzenbazı?

Canımın yanması pahasına söylüyorum:

Bu memleket; tezeğe mübarek deyip, öküzün gözüne küfür edenlerin son zamanlarda arz-ı endam ettiği bir diyar oldu!

Bu kuyudan bir an önce çıkamazsak, korkarım ki, ceman boğuluruz…

Musa değiliz hiç birimiz…

Nuh feryat edip durdu:

“Dalgalar artık boyumuzu aşıyor.”

Önce oğlu bigane kaldı o çağrıya…

Şair söylemiş zaten:

“Su insanı boğar, ateş de yakarmış”

Bahtiyar Vahapzade’nin dediği gibi:

“Zulme gebe geceler.

Otellerimiz yanmasın, 78 canımız –ki bunun 36’sı çocuk- yanarak ölmesin.

Lütfen artık, ama lütfen bu ülkede hiçbir katil cezasız kalmasın.

Çocuklar kayak kaysın…

Uçurtma uçursun vatanlarının özgür semalarında…

Kızlar ve oğlanlar korkmadan gece sokağa çıkabilsin…

Hiçbir anne eski kocam beni bu gece boğazlar mı endişesi yaşamasın.

Gelin hep birlikte bu ülkemizi cennet kılalım.

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.