Sabah 09.00 da otelimizden ayrılıp 10 000 yıllık geçmişi olan Eriha'ya ve Lut gölüne gitmek üzere yola çıktık.
Lut gölü, Kudüs'ten 30 km uzakta olduğundan kısa bir sürede buraya ulaştık.
Ahlaksızlıkta haddi aşan bir kavmin helak olduğu bu topraklarda bulunmak hepimiz için heyecan vericiydi.
Yol güzergahı üzerinde Ürdün dağlarını,bol miktarda hurma ve nar bahçelerini gördük
Lut gölü Deniz seviyesinden 400m aşağıda bulunuyor bu bölgeye "Ürdün çukuru" da deniliyor.
Kudüs'ün en yüksek tepesi Zeytin Dağı, en alçak bölgesi ise Lut gölünün bulunduğu yerdi.
Lut gölüne vardığımızda, kavurucu bir sıcak vardı. Gölün kıyısı plaj halindeydi bizde kıyıya yaklaşıp ayaklarımızı göle soktuk.
Bu arada bazı insanlar çamur banyosu yapıyorlardı.
Suyun içindeyken.bu gölün nelere tanık olduğunu, Sodom ve Gomore'nin kalıntılarının bu gölün derinliklerinde ne halde olduklarını,azgın bir topluluğun nasıl cezalandırıldığını düşündüm.
Burada garip bir huzur vardı.göl ,durgun ve gizemli haliyle sanki de insanlığa bir şeyler söylüyor gibiydi.
Uzunluğu 80 km genişliği ise 12 km olan gölün derinliği ise 50 ile 100 m arasındaymış.
Tuzluluk oranı %28 olduğundan bu gölde canlı bulunmuyormuş bu yüzden dolayı göle "Ölü Deniz" ismi de veriliyor.
Lut gölünü gezdikten sonra Hz. İsa'nın vaftiz edildiğine inanılan Ürdün nehrinin kıyısına geldik.
Burada küçük bir kilise vardı, ahşaptan döşeme ve basamaklar nehir kıyısına kadar uzanıyordu,Hıristiyanlar buradan nehre giriyorlardı.
Aracımıza binerken rehberimiz bize "Karkat" ismi verilen bir ağaç gösterdi .rivayete göre her ağaç arkasında saklanan Yahudi'yi ihbar ederken bu ağaç hiç ses çıkarmayacakmış.
Buna benzer zakkus isimli başka bir ağaç daha gördük.anlatılanlara göre boyu kısa olan birisi Hz.İsa'yı görmek için bu ağaca çıkmış, böylece bu ağacın ismi de hafızalarda yer etmiş.
Eriha, güzel koku manasına gelmekteymiş ona Kleopatra'nın şehri de deniliyor. Oslo anlaşmasından sonra Müslümanlara verilmiş olan Eriha da şu anda 50 000 Müslüman nüfus bulunuyor.
Eriha da, Rus kültür merkezini görünce, Rusların buraya olan ilgilerinin devam ettiğini anlayabiliyorsunuz.
Eriha'dan sonra Hz.. İsa'nın 40 gün inzivaya çekildiği söylenen "Tecrübe dağına" vardık.
Bu dağın göğsünde Kruntul manastırına gördük. Burası, Trabzon'daki Sümela Manastırı gibi bir konumdaydı ama dağ çıplaktı.
Aracımızı park ettiğimiz yerden dağa bir telesiyej sistemi vardı. bu manzarayı görünce ,tabyalar ve kale arasında böyle bir sistem kurulabilir mi? diye aramızda konuştuk.
Bulunduğumuz yerdeki bir marketten Kudüs'ün meşhur hurmalarından satın alıp, nar suyu içerek serinledik.
Şimdiki hedefimiz, Hz. Musa'nın mezarının bulunduğu camiye gitmekti.
TİKA'nın onardığı bu Caminin sağ tarafında büyük bir sanduka vardı Yahudiler tarafından fazla ilgi görmeyen bu mezarı ziyaret edip, öğle namazını burada kıldıktan sonra tekrar Kudüs'e döndük.
Bu gün Kudüs'te son günümüz olduğundan dolayı, Zeytin Dağından Mescidi Aksa'yı doya doya seyredip, bizden dua talep eden arkadaşlarımızın halis niyetlerine tercümanlık ettik.
Arkamızda kadim bir kültürün hatıralarını bırakarak Tel Aviv ve Yafa'ya doğru hareket ettik.
Batı Kudüs'ten geçerken Yahudilerin kiremit çatılı, iki katlı villa tipi evleri ile Filistinlilerin terk ettiği eski evleri gördük.
Tel Aviv modern bir Amerikan şehri görüntüsündeydi, İsrail için küçük Amerika dedirten bir şehir olarak göz alıcıydı.
Binaların geneli beyaz boyalı ve taş kaplamalıydı.
Büyükelçilerin olduğu caddeden geçince bayrağımızın dalgalandığı elçiliğimizin binasını gördük.
Plajlar ve kumsal harikulade bir manzara oluşturuyordu. Büyük oteller bizim Antalya'yı anımsatıyordu.
Yafa'ya "Yetimler Şehri" deniliyormuş. Yafada liman olduğundan dolayı çalışmak için çok insan geliyormuş.
Portakalı ile meşhur olan yafa aynı zamanda bir kültür şehriymiş.
Yafa ile Tel Aviv çok yakın sanki de Yafa, Tel Aviv'in bir mahallesi konumundaydı.
Yolumuz üzerinde eskiden metruk halde olan ve yakın zamanda onarılan Hasan Bey camisini gördük.
Tel Aviv de yemek yiyeceğimiz lokanta içimize sinmediğinden Müslümanların işlettiği başka bir lokantaya geldik.
Denize nazır bu lokantada, önümüze 24 çeşit meze tabağı ile tandırdan çıkan sıcacık pideler gelince ağzımızın suyu aktı.
Bunları Tıka basa yerken ,gelen şiş kebapların yüzüne bakar olduk.
Tatlıyı yiyip, peşine gelen "Mırray'ı" içince nefes alacak halimiz kalmamıştı.
Yemeğin ardından 1. Sultan Murat tarafından yaptırılan Mahmudiye camisine gittik.
Külliyesi olan bu caminin çok güzel bir bahçesi vardı ve külliyenin kapı ve pencereleri bu bahçeye açılıyordu.
Caminin, mahfil ve minberdeki ahşap işçiliğin arasına serpiştirilmiş Hilal ve Yıldız motifleri harikuladeydi.
Camide namazımızı kıldıktan sonra yakın mesafedeki Osmanlı çeşmesine vardık. Çeşmenin üstündeki Osmanlı Tuğrası içimizi yaktı diyebilirim.
Bu ecdat yadigarından ayrıldıktan sonra cadde ortasında bulunan saat kulesine uğradık.
Üzerinde Hicri 1224 tarihi bulunan bu kule, Sultan Abdülhamit Han'ın tahta çıkışının 25 yılı münasebetiyle yaptırılmış.
Kulenin yakınında bulunan Osmanlı Vali Konağı kültür merkezi olarak restore edilmiş ama Mavi Marmara olayından sonra bu proje İsrail tarafından askıya alınmış.
Bahriye camisini görüp, sahilde biraz dolaştıktan sonra ,Geçmişin hüzünlü hatıralarından ayrılıp, tekrar Mahmudiye Camisinin huzurlu ortamına vardık ve yatsı namazını kıldık.
Günler çabuk gelip geçmiş, artık ülkemize dönme zamanımız yaklaşmıştı. Aracımıza binip Tel Aviv Havaalanı'na geldik.
Rehberimiz Filistinli Muhammed Yonis'le vedalaşıp bu kutsal toprakları bir daha görmek düşüncesi ve temennisiyle uçağımıza binip güzel ülkemize döndük.
SON.