Haber Girişi : 26 Ağustos 2014 07:08

Kendi eniğini yiyen pisik...

Kendi eniğini yiyen pisik...

Merhum Reyhani aslında kendi "mazeret"ini anlatmak istemiş; ancak "yanlış anlaşılmalara" yol açmamak için önce Erzurum’un kültür ikliminin pür melalini tasvir etmiş.

Kısa ama her şeyi özetleyen bir anlatım:

Nedense bu dağlar kalmıyor karsız,
Ovasında binalar var imarsız.
Nef’i sürgün oldu Emrah mezarsız,
Bir gün Reyhani de iter bu dağda.

Bir büyüğüm, Erzurum için "Doğurduğu eniğini yiyen kediye benzer" demişti.

Sert ve acımasızca...

Öyle ama...

Reyhani, İbrahim Hakkı’dan, Emrah’tan, Nefi’den ve bir de kendinden söz etmiş; lâkin biliyoruz ki bu şehir, kendi evlatlarını yeme hususunda hayli mahirdir!

Hayvancılıkla yoğrulmuş bir coğrafyayız ya, doğal olarak darb-i mesellerimiz de hayvan üzerine gelişmiş. Şayet öyle olmasaydı, "ev danasından öküz olmaz" demek suretiyle, güya kıymet verdiğimiz bir kimseyi övmeye kalkar mıydık hiç?

Can yakıcı da olsa hakikat bu...

Erzurum, kendi değerine değer vermeyen bir şehir...

Elin tavuğunu kaz etmekte üstümüze yoktur!

Kendi insanımızı da yerin dibine sokmakta nasıl hünerliyizdir bilemezsiniz...

Sitem eden yalnızca Reyhani mi?

Ondan neredeyse yüz yıl önce yaşamış olan Sümmani de bu zelil duruma kahretmiş olacak ki şunları döktürmüş:

Olaydı dünyada ikbalim yaver
el etsem sevdiğim acep kim ever
bilmem 
tecelli mi yoksa ki kader
beni bir vefasız yare yazmışlar.

Yazanlar leyla’nın mecnun kitabın
Sümmani’yi bir kenara yazmışlar.

Süleyman Necati, 1. Meclis’te Erzurum mebusu olarak öyle büyük bir başarı gösterdi ki, bütün yurtta adından söz edilir olmuştu.

Erzurum da bu kıymetli hemşerisiyle gurur duyuyor ve O’nu mebus seçtiği için kendine de övünme payı çıkarıyordu. Fakat gün geldi o Süleyman Necati,Atatürk’le ters düştü.

Daha bir kaç ay öncesine kadar, "maşeri vicdanın sesi" dedikleri adamı bir anda kimse tanımaz oldu.

Yani tıpkı kendi eniğini yiyen kedi gibi, Erzurum da Süleyman Necati’yi "ham" etmişti!

Niye?

Niye’si belli canım işte...

Konuşturmayın beni.

Azeri şair saz çalmakta mahirdi, biz ise kendi evlatlarını yemekte...

Ne diyordu o türküde?

Çaldığı sazını getirip bene
Görsün ki çalmakta neçe mahirem
Elinde yay kimin incelsin gine
Ziyler hep çekilin güyüldi odam..

Farkındayım sözü çok, hem de çok uzattım, ama ey aziz dostlar bu defa sizden hoşgörü ve sabır rica ediyorum. Dertliyim zira, söyleyecek sözüm çok...

Emin olunuz ki haberi olsaydı bu yazının yayınlanmasını istemez, çok kuvvetli biçimde itiraz ederdi.

Bu yazı, O’nun gıyabında kaleme alınmıştır.

O, kim mi?

O; en evvel hakiki bir mümin, has bir Erzurumlu, ehli vicdan bir gazeteci, kıymetli bir romancı ve iyi bir araştırmacı...

Tıpkı Reyhani ustanın dediği gibi, O; "susmuş dillerin tercümanı"dır

Tabii ki makamlar, mevkiler, rütbeler önemli değil.

Değil midir ki en hakiki mevki, halkın gönlünde ve Hakk’ın rızasında olandır.

O’nun makam-mevki gibi bir derdi hiç olmadı...

O; yaptığı işin önce Allah, sonra toplum indinde kabul görmesine önem verdi.

Bakın romanlarına, yazılarına, araştırmalarına...

Hepsinde de tek öncelik, hakikattir.

O; bu şehrin yazarı, aydını ve iyi bir evladıdır.

"Ah şu kahrolası hanede evlad-ı iyal olmasaydı"

Yoksa ne işi vardı O’nun belediyede...

İbrahim Hakkı’yı mezarsız bırakmış, Emrah’ı sürmüş, Süleyman Necati’yi tanımaz olmuş, Reyhani’yi kovmuş bir şehrin belediyesi elbette ki O’nu da istemeyecekti...

Öyle de yaptılar nitekim...

Kaybeden kim?

Kaybeden ben, siz, onlar ve nihayet hepimiz...

Kaybeden bu şehir...

O yazmamış olsaydı, ne "Senatörün Kızı"nın dindarlık mücadelesini bilecektik, O yazmamış olsaydı, "Avrupa Birliği" ile ilişkilerimizde Avrupa’nın bize attığı kazıkları görecektik, O yazmamış olsaydı biz hala saçma sapan bilgilerle "Aleviler"i tanıyor olacaktık, O yazmamış olsaydı, "Aldatılan Leylekler"in intikamını öğrenemeyecektik, O yazmamış olsaydı, "Ermeni Mezalimi"nin arka planını çözememiş olacaktık, O yazmamış olsaydı sadece adı olan ama hakkında bilgi bulunmayan "Nene Hatun"u tanımamış olacaktık...

Hâlâ O kim diye soruyorsanız, izanınıza şaşarım...

Eniğini yiyen kediyiz ya, tabi ki olması gerekeni yapacaktık!

O’nu belediyeden kovmuşlar!

Vah zavallı belediye, vah...

Bir bilsen ki neyi kaybettin.

Ama öyle mi, her biri kendini allâme sanan maskaralar yüzünden ne belediyeler belediye, ne de yöneticiler adil...

Kaybeden O değil.. Kaybeden belediye; nihayetinde de Erzurum...

"Yahu adamı çatlatma söylesene O kim?" diye soranlara inat...

Hâlâ O’nu tanımadıysanız koyverin gitsin; demek ki belediye de sizin gibi...

Ne diyordu bizim Nurullah Akçayır?

Neyinden korkayım kışın; yazın yağar kar başıma, kar başıma...

Belediye kadri kıymetini bilse de bilmese de nasılsa tarih O’nun olması gereken yeri şimdiden ayırdı.

Üzüldüğüm şudur: O’ndan daha kıymetli neyiniz, kiminiz vardı ki bir kalemde kıydınız? (Mehmet Sekmen’e soruyorum)

Teşbihte hata olmaz ama yeri geldiği için anlatmak zorundayım.

Bektaşi bir gün şarap satan bir dükkâna girer ve birbirinden alımlı şarap şişelerine imrenerek bakar. Dükkân sahibine sorar, "Sen bu şarapları satıyor musun?"

Dükkân sahibinin "Evet, satıyorum niye ki" demesi üzerine, Bektaşi, "Yahu birader bunları satıp yerine daha iyi ne alacaksın ki?" der...

Dedim ya teşbihte hata olmaz...

Ben de Mehmet Sekmen’e soruyorum:

O’nu gönderdin ya, yerine O’ndan yüz kat daha geri birini bulabilecek misin?

Tarih; tıpkı Emrah gibi, Sümmani gibi, Nef’i gibi O’nu  da yazacak...

Ama aynı tarih acaba kaç belediye başkanını yazacak?

Bence işin sırrı burada...

"Ben astım, ben kestim" demek tarihe geçmeye yetmiyor.

Yetseydi eğer bu şehrin on yılına tecavüz etmiş olan o aklı evvelden söz edilirdi.

O kim mi?

Evet şimdi ben de merak ettim!

O kim?