Küresel ısınmanın etkisiyle meydana gelen iklim değişikliklerinden olsa gerek, son birkaç yıldır Erzurum’a kar gecikmeli olarak yağıyor.
Neyse ki kader yazgımız kar, bu günlerde bereketli olarak ovaya düştü de Erzurum tekrar beyaz giysilerine kavuştu.
Çukurovalılar pamuk için: “Kundağımız kefen bezimizdir” derler, kar da beyazlığı ve hayatımızın bir parçası olması ile bu tarife çokta güzel uymaktadır.
Ömrümüzün büyük bir kısmını karla yaşayarak geçiririz, ölünce karla örtülü mezarlarda ebedi uykumuza yatarız, kar gibi bu dünyadan eriyip, yok olur göçeriz.
Yeryüzünün bütün kirliliklerini örten kar, bizler için temizlik, saflık ve bereket habercisidir.
Gökten büyük bir naz ile inen kar, toprağı okşarcasına onunla kucaklaşır, bazen de haşin bir şekilde; tipi ve boran olarak, yüze inen kırbaç gibi hissettirir kendini.
Bir zamanlar tertemiz yağardı kar, kaplardı şehrin her yanını, dağını, ovasını, caddesini, sokağını.
Artık eskisi gibi tertemiz ve bereketli yağmıyor, o da kirlendi, diğer kirlenenler gibi… Belki de naz yapması bu yüzden.
Çocukken en büyük beklentimiz, kar’ın bir an evvel yağıp, etrafı kapatması idi, çünkü kar; çocuklar için oyun, eğlence ve kaymak demekti.
Tahtacılar semtindeki dükkânların önlerinde bulunan kızaklara sahip olmak, bugünkü ifadeyle, bol vitesli bir dağ bisikletine kavuşmak gibiydi.
Kızaklar; ya marangozlarda sipariş edilerek yaptırılır, tahtacılardan hazırı satın alınabilir veya evdeki becerikli baba, amca veya ağabeylerin marifetiyle yapılır, bazen de ikinci el piyasasından temin edilebilirdi.
Günümüzde bizim tahta kızakların yerini, plastik veya ahşap malzemeden yapılmış, oldukça gösterişli, hatta direksiyonlu kızakların aldığını görüyoruz.
Ayrıca, su geçirmez, üşütmez botlar, pantolonlar, eldivenler, anoraklar, kapüşonlar, atkılar, bu yaşta bizler de bile hayranlık uyandırıyor.
Bu mukayeseden sonra, acaba diyorum, tahta kızaklarda kayan, kışın zevkini çıkaran o günkü çocuklar mı mutluydu, yoksa her türlü imkân ve kolaylığı yaşayan bugünkü çocuklar mı?
Önemli olan, çocukluğu doyasıya yaşamak ve mutlu olmaksa, bizim nesil bu zevki fazlasıyla yaşadı diyebilirim.
Dershane, okul, özel hoca üçgeni içerisinde kıstırılmış, bilgisayarların esir aldığı, test çözme ve imtihan kazanmadan başka dünyaları olmayan, oynayacak bir alanları ve zamanları bulunmayan bugünkü çocukların o heyecan ve mutlulukları yaşamaları, elbette ki hayal bile edilemez.
Damperli kamyonlar, kepçeler, dozerler yoktu; bacalara yığılan karlar tahta küreklerle kürenerek sokağa atılır, üst üste yığılan bu kar kitlelerinin arasından dar geçitler açılarak caddeye ulaşılırdı.
İlk yağan kardan sonra, caddelerdeki asfaltı ancak Nisan ayında görmek mümkün olabilirdi.
Seyr-ü Sefer yapan faytonlar ile faytonun kızaklı hali olan “Zanka’ların ve birkaç motorlu aracın haricinde, caddeler ve sokaklar tamamıyla çocukların özgür oyun alanlarıydı.
Yalnız bugün de hâlâ anlayamadığım, çocukların heveslerini kursaklarında bırakan bir uygulama vardı, o da belediye zabıtalarının, çocukların ellerinden kızakları alıp toplamalarıydı.
Bu müdahalenin dışında, çocukları rahatsız edici fazlaca bir sıkıntı yoktu diyebiliriz.
Eğer; kızakların üstü eski bir kilim parçası, koyun veya keçi postu ile kaplanmışsa, önünde zili varsa, sağlamlığı güven veriyorsa, altındaki demirleri pırıl pırıl yanıyorsa, o kızak, çocukların gözünde bugünkü 4X4’ler gibi sükse yapardı.
Her mahallenin kızak kayılan özel yerleri mevcuttu.
Bu yerler genellikle uzun mesafeli dik yokuşlardı.
Daha iyi kayılması için, bu pistler akşamları sulanarak, buzlanması sağlanırdı.
Paşalar Caddesi, Cennet Çeşmesi’nin önü, Tahta Camii’nin yanındaki yokuş, Y. Mumcu Camii’nin önünden dere kenarını takip edip Gez Mahallesi’ne inen yol, Esat Paşa, Leblebici ve Hurşit’in yokuşları, kızak kayılması için en ideal yerlerdi.
Kızağı olmayan çocuklar, kızak sahibi çocuğun arkasına oturur, bu zevkten mahrum bırakılmazdı.
Kızak durduktan sonra arkada oturan çocuk kızağın ipinden tutarak, kızağı tekrar başlangıç noktasına kadar çeker, bu iyiliğe bir karşılık verirdi.
Kayılan güzergâhların bazı yerlerine küçük atlatmalar yapılırdı, hızla kayan çocuk bu atlatmalara gelince, kızak biraz havalanır ve yere inerdi.
Çocukların kayma pistleri diyeceğimiz bu yerlerde, kızakla ve demir patenlerle kayanlar olduğu gibi, altı düzleşmiş naylon ayakkabıları veya kara lastikleri ile ayakta kayan çocuklarda vardı.
Kızağı idare etmek hiçte kolay değildi ve bunun iki metodu vardı, kızağın üzerine yan yatılır veya oturularak idare edilirdi.
Yan yatarak kızağı sürmek, sanırım Erzurumlu çocuklara has bir üsluptu ve hüner isterdi.
Serbest kalan ayak, dümen vazifesi görür, kızağın sağa veya sola gitmesi bu yolla sağlanırdı.
Ayrıca vücut kızağa yapışık olduğundan, bu metotla oldukça hız yapılırdı.
Birde kızağı durdurmak için uygulanan metotlar vardı, yan yatarak kızağı süren çocuk duracaksa, kızağın önünü elleriyle hafif kaldırmaya çalışır, ağırlığını kızağın arkasına doğru kaydırarak, kızağın önü kalkarak arka tarafın ABS fren sistemi gibi kızağı durdurması sağlanırdı, bu esnada kızağın arka tarafından karların etrafa saçılması güzel bir hava verirdi.
Oturarak kayanlar ise ayaklarını yere koyarak kızağı yavaşlatır ve durdururlardı.
Çocuklar arasında kızaktan sonra en büyük rağbeti demir patenler görürdü.
İplerle ayağa bağlanan bu patenlerle çok iyi kayan, hatta artistlik hareketler yapabilen çocuklar olurdu.
Tahta kayaklarla daha ziyade delikanlılar kayarlardı, askeriyeden ıskartaya ayrılmış bu kayakları ucuz tarifeden bat pazarında bulmak mümkündü.
Korkmak, üşümek, acilzeşmek, acıkmak, susamak, yorulmak gibi kavramları hatırlamayan bu çocuklar içerisinde, kim bilir ne dünya şampiyonları çıkabilirdi.
Süboplu toplar hiç yoktu, içi lastikli, ağzında iple bağlanan, küçük bir yarığı bulunan meşin futbol topunu bulmak da neredeyse mucize kabilinden bir şeydi.
Genelde oynadığımız toplar armut’a benzer yani meşin yuvarlak tarifine pek uymazdı. Kışın karlar üstünde saatlerce süren heyecanlı maçlar esnasında top ağırlaşır, bir müddet sonra gülle gibi olurdu. Maçın süresi akşam ezanının okunmasına kadardı, çünkü bu saatten sonra yerlerin mühürlendiğine inanarak dağılırdık.
Kan ter içerisinde eve giderken, PTT ve Kızılay binalarının içindeki kalorifer peteklerine yapışır, biraz buzlarımızı çözerdik.
Kok kömürünün yandığı soba nasıl da sevimli gelirdi, hele arkasına bir minder koyup da oturduğumuzda, bir müddet sonra tatlı bir uyku hali ile kendimizden geçerdik.
Soba, etrafına yaydığı sıcaklığı ile tüm aile fertlerini başında toplar, bu birlikteliklerde doyulmaz muhabbetlerin yapılmasına sebep olurdu.
Sobanın, üstüne konduğu sacdan bir soba tahtası bulunur, onunda altına genelde muşamba serilirdi.
Sobanın üzerinde musluklu bir kazan, demlik ve etrafa mis gibi yemek kokuları yayan tencereler eksik olmazdı.
Sobanın fırınında közlenmeye bırakılan patatesler ise doyumsuz bir lezzet sunardı.
Sobanın döküntülerini temizlemek için süpürge vazifesi yapan kazkanadı, bir aksesuar olarak sobanın yanından göze çarpardı.
Sobanın üstüne serilen lavaş ekmeklerinin üzerine tereyağı sürülür, eriyen yağla birlikte hafif kızaran ekmeğin içerisine de lor peynir koyulmasıyla hazırlanan dürümün tatlı çayla yenmesi, tarifi imkânsız bir lezzet ve enerji verirdi.
Hemen hemen her mahallede çok iyi masal anlatan teyzeler ve ablalar bulunurdu.
Bizim masalcımız Öznur ablaydı, onun yolunu dört gözle beklerdik, geldiği zaman sobanın başında oturur, çıtımız çıkmadan saatlerce onun masallarını dinlerdik.
“Evvel zaman içerisinde” diye başlayan masallardaki büyülü dünya içerisinde, sanki de kaybolup giderdik.
Bugün, hekât (masal, hikâye) anlatan kimseler kaldı mı bilmiyorum, ama o zevki verecek hiçbir filmin veya TV dizisinin olacağını da zannetmiyorum.
Asker millet olmamızdan mıdır nedir, bir de mahalleler arasında kartopu savaşları olurdu.
Bu çetin savaşlarda her türlü harp taktikleri, çocuk mantığıyla oyuna yansıtılmaya çalışılırdı.
Kardan savunma mevzileri, saklanmak için mağaralar bile yapılırdı.
Önceden hazırlanan kartopular mevzilere yerleştirilir, karşılıklı atış ve taarruzlardan sonra rakip mevzilerin ele geçirilmesi ile oyun biterdi.
Kardan adam yapmak fazlaca ilgimizi çekmezdi, oysa bu, Erzurumlu çocuklar için çokta kolay bir şeydi.
Evlerin bacalarından kar yığınlarının üzerine atlamak ise müthiş bir heyecan verirdi.
Karın kalınlığı fazla ise boynumuza kadar kara gömülmemiz kaçınılmazdı.
Sokak lambalarının loş ışıklarından sessizce süzülerek inen kar, eşsiz bir manzara oluşturur, cadde ve sokakların garip sessizliğini patlamış mısır satan seyyar satıcının “God’i da beşe, pilav geldi pilaaav” nidası bozardı.
Bozulmayan; suyumuz, havamız, yağan karımız, komşuluklarımız, lisanımız, hayallerimiz, sevdalarımız, örfümüz, adetlerimiz, törelerimiz ve dadaşlık ruhumuz idi.
harika bir yazı
Hey gidi günler hey. Eline, yüreğine sağlık. Ama bir yanlışı düzeltelim. Kaz kanadı değil pipik olacaktı. Belediyeler bu anıları mizansende olsa bir yerde yaşatabilirler.