İTİRAF, NEDAMET, TAZARRU’, TÖVBE VE SİYASET ÜZERİNE

“Saltanat dedikleri iktidar kavgasıdır.”

Kanuni Sultan Süleyman

Bu yazımda siz okurlarımı tarihi bir gezintiye çıkaracağım. Düşünür ve devlet adamlarının itiraf, nedamet, tazarru’, tövbe ve siyaset üzerine ne düşündüklerini   kendi cümlelerini araya girmeden okuyarak fikirdaşlık ya da yoldaşlık yapacağız.  

Sözlükte itiraf: Başkaları tarafından bilinmesi sakıncalı görülen bir gerçeği saklamaktan vazgeçip açıklama, söyleme, bildirme. Geçeği kabul etme.  

Nedamet: Pişmanlık.

Tazarru’/Yakarış: Tanrı'dan bir şey dilemek amacıyla söylenen söz; yakarı, dua, münacat.

Tövbe: İşlediği bir günah veya suçtan pişman olarak bir daha yapmamaya karar verme.

İtiraf geleneği Batı uygarlığında yaygın bir uygulama. Aziz Augustinus ve J. J.Rousseau’nun  “itiraflar” adlı eserleri dünya literatüründe klasikler arasında yer alırlar. Bu iki filozof bu eserlerini neden yazdığını kendi kalemlerinden okuyacağız. 

Kırk üç yaşında “İtiraflar/ Confessiones” adlı eserini yazan Aziz Augustinus (d.354 ö.430); bu kitabında Tanrıyla konuşma ve günah çıkarma ilişkisini ele alır. Hayatında geçirdiği süreci tahlil eder ve anlamlandırır.

“İnsanı en iyi tanıyan, seni tanımamı sağla… Ey Rab, insan vicdanının derinliklerine inen ve hiçbir şeyin gizli kalmadığı senden itiraf etmek istemesem bile, ne gizleyebilirim ki! Seni kendimden gizleyebilirim, ama kendimi senden gizleyemem… Tanrım, insanı yarattığın gibi onunla ilgili her şeyi bilirsin… Seni hiçbir şeyin kirletemeyeceğini biliyorum, bana gelince, ben hangi günah eğilimlerine direnebilirim, hangilerine direnemem daha bunu bile bilmiyorum. Tanrım senin güvenilir biri olduğuna inanıyorum… Kendimi bildiğim kadarıyla anlatmaya çalışacağım… Yüreğim sende huzuru bulana dek kaygı içinde kalacaktır… Ya Rab duamı kabul et. Senin disiplinin altında cesaretimi yitirmeyeyim. İzlediğim kötü yollardan beni kurtaran iyiliklerini itiraf etmekten bıkmayayım, bütün bunlar, yüreğime beni sürükleyen bütün çekiciliklerden daha hoş gelsin! Seni bütün gücümle seveyim, bütün ruhumla elini sıkayım,

ömrümün sonuna dek beni her türlü günah eğiliminden uzak tut.! Ya Rab sen benim Tanrım ve Kralımsın. ”1

Günah hariç her şey Tanrıdan geldiğine inanan Augustinus, sadece düşüncelerini, hayatını Tanrı’dan gizleyemeyeceği gibi insandan da gizlememeyi ortay koyar. Ergenlik çağında dokuz yıl yanlış yolda günahlarla yürüdüğünü itiraf eder. Batı uygarlığı için günahın itirafı cesurca bir çabadır. Katolik ve Ortodoks kiliseleri de günah çıkarma geleneğinin yaşatılmasını sürdürürler.

Yine Augustinus’un “İtiraflar” adlı eserinden esinlenen Jean Jacques Rousseau (d.1712-ö.1778) doğumundan 53 yaşına kadar hayat öyküsünü anlatan “İtiraflar (Les Confessions)” adlı eserini yazar. İnsanlığa meydan okurcasına kitabının yazılış amacını şu cümlelerle açıklar:

“Benzeri hiç görülmemiş ve hiç görülmeyecek olan bir işe girişiyorum. Benzerlerime, doğanın tüm doğruluğu içinde bir insan göstermek istiyorum ve bu insan ben olacağım.

Sadece ben. Kalbimi duyuyor ve insanları tanıyorum. Gördüklerimden hiçbiri gibi yaratılmamışım; yaşayanlardan hiçbiri gibi yaratılmış olmadığıma inanmak cüretini gösteriyorum. Öbür insanlardan daha iyi değilsem bile, hiç olmazsa başkayım. Doğa, beni içine döktüğü kalıbı kırmakla iyi mi etti kötü mü, bu ancak ben okunduktan sonra yargılanabilecek bir şeydir.

Kıyamet borusu istediği zaman çalsın, ben, elimde bu kitapla, yüce yargıcın huzuruna çıkacak ve yüksek sesle şöyle diyeceğim: İşte böyle yaptım, böyle düşündüm, böyle oldum. İyiyi de kötüyü de aynı içtenlikle söyledim. Hiçbir kötülüğü saklamadım, hiçbir iyiliği eklemedim; eğer bazı önemsiz süsler kullandığım olduysa, bu ancak bellek kusurumdan ileri gelen bir boşluğu doldurmak için olmuştur; doğru olabileceğini bildiğim şeyi doğru saydım, yanlış olduğunu bildiğim şeyi asla. Kendimi nasılsam öyle gösterdim; kötü ve aşağılık olduğum zaman kötü ve aşağılık, iyi, gönlü gani, yüce olduğum zaman, iyi, gönlü gani, yüce; içimi, ancak senin görmüş olduğun gibi, açıkça ortaya koydum. Ey sonsuz varlık, benzerlerimin sayılmaz kalabalığını çevremde topla; itiraflarımı dinlesinler kötülüklerim karşısında inlesinler, acılarım karşısında yüzleri kızarsın. Onlardan her biri sırası gelince tahtının dibinde kendi kalbini aynı içtenlikle açsın ve sonra, sadece biri, eğer buna cüret edebilirse, sana şöyle desin: “Ben bu adamdan daha iyiydim.”

Hayattayken hatıralarını yazmak, itiraf etmek her insanın harcı değildir. Sağına soluna bakmadan “ben” de yazabilirim diyen kaç insana rastlarız. Hele hele bir ailenin değil bir milletin ve devletin kaderinde rol alanların hatıralarını yazmaları ne kadar değerlidir. Ziya Paşa, Rousseau’dan etkilenerek Defter-i Amal/Amel Defteri adlı bir eser kalem almıştır. Müsvedde olarak şahıslara intikal etmiştir. Eser bulunup bastırılamamıştır.  Bir kısmını Ebuzziya Tevfik eserine almıştır.2

 Rousseau’yu ya da başkasını yargılayanlar önce kendi özlerini yargılama cüretini ve cesaretini göstererek; “Ben bu adamdan daha iyiydim!” diyebilmelidirler.

Kıyamet borusunu beklemeden Rousseau’yu “İtiraflar” adlı bir eser kaleme almasına cesaretlendiren Hz. İsa’nın şu düşüncesi neden olsa gerek: “Aranızda günahsız olan, ilk taşı atsın.” İncil, Yuhanna/8.

            Kuran, ahirette insanın kendi aklıyla vicdanıyla, iradesiyle ve elleriyle oluşturduğu karnesi, sicil defteri ya da öz kitabı eksiksiz önüne konacağını haber vermektedir. “Kime kitabı sağından verilirse hesabı kolay bir şekilde görülecektir; İnşikak/7-8.” “İşte “o vakit, kitabı kendisine sağından verilen kimse der ki: “Gelin, kitabımı okuyun!”  Hakka 19. “Öz kitabı sol taraftan verilene gelince o şöyle der: "Ah, ne olurdu, bana kitabım verilmeseydi!" Hakka/24.

Üçüncü yoldaşlık yapacağımız kişimiz Fatih Sultan Mehmet’in hocası, III. Murad ve III. Mehmet’in saltanat dönemlerinde 5 defa olmak üzere toplam 8 yıl 5 ay sadrazamlık yapmış Sina Paşa’dır (d. 1441-1442, ö. 1486). O, “Tazarru’-nâme” adıyla eser yazar.

Yine sözlükte tazarru’: Kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak, ağlayıp, sızlamak.

Name: kitap, mektup, risale anlamındadır.

Tazarru’name” bugünkü ifadeyle “Yakarışlar Kitabı” olarak yayınlanmıştır.

Sinan Paşa, Augustinus ve Rousseau gibi günahlarını açıkça itiraf etmez, ancak eserinde günahlarını kabul eder ve nedamet duyar.  En içten dilek ve yalvarışla Tanrı’dan affını ister:

“Dileğim şudur ki sen de dileyesin

 Benim gönlümü Hakk’a döndüresin”

 

“Beni lütfunla her dem yad edesin

 Duan ile gönlümü şad edesin”

 

“Beni unutmayasın sen dilinden

 İlgini eksik etmeyesin ben kulundan”

 

“Cömert olanın işi hep cömertçe davranmaktır

 Kul için kulluk, günahından pişmanlık duymaktır”

 

 “Ne iş yapayım da ona dayanayım

 Ne işim olur ki ona güveneyim”

 

“Yalnızca Hakk’ın affıdır güveneceğim

 Yalnızca ve yalnızca lütfundur dayanacağım”

 

“Ümidim odur ki ölüm deminde

 Yüce katından yardım görür bu bende”

 

 “Senden bu kula inayet yetişir de

 İman yoldaş olur son nefesinde”

 

 “Nefesten o demde ki bir dem kalır

 Ey ulu şeyh, himaye ve lütfunu o demde ulaştır”

 

 Hak seni cihanda sürekli tutsun

 Varlığınla cihanı ayakta durdursun

Güzelliğinle cihan bağı pırıl pırıl ve ışıltılı

 Gönlümün damağı senden gelen tatlı esintiyle ıtırlı

 

 Arzunla gönül sahrası pırıl pırıl parlasın

 Hayalinle can ve gönül gül bahçesini andırsın

 

 Bağışın durmadan halka sel gibi aksın

 Kapında dilenen mahrum olmasın.

 Kabul buyur, ey âlemlerin rabbi olan Tanrım.”3

Türk tarihinin en önemli hükümdarlarından olan Kanuni Sultan Süleyman’dır (d.1494 ö.1566). Muhibbî mahlasıyla/takma adıyla kaleme aldığı Muhibbi Divanı’nda siyasi hayatla ilgili anlayışını bir gazelle ortaya koyar:

Gazel

Halk içinde mu‘teber bir nesne yok devlet gibi

 Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi

 

Saltanat dedikleri iktidar kavgasıdır

 Ne mutluluk ne de baht olamaz vahdet gibi

 

Bırak bu eğlenceyi, sonu yok bu hayatın

 Ebedî dost istersen, yoktur taat gibi

 

Olsa ömrün sayıca kum deryası kadar çok

 Kum saati içinde değil bir saat gibi

 

 Eğer huzur istersen ey Muhibbî, gel boş ver

Var mı vahdet makamı, bir yerde uzlet gibi”

Demek ki saltanat dedikleri iktidar kavgasıdır. Kanuni’ye göre siyaset: İktidarı ele geçirme kavgası ve sanatıdır. Gerçek mutluluk değil, sanılı bir mutluluk ve talihe kavuşmaktır.

 İktidar kavgasını örtbas etmek için ideolojik, dini ve siyasi birçok kavram yüceltilir ve arkasına sığınılır. İnsanlık tarihi sol ve sağ ideolojilerin “dava” adına oluşturdukları felaketlerin kurbanı olmuştur, hala da olmaktadır.  Yaşasın devrim! Yaşasın sosyalizm! İslam gelecek dertler bitecek! Daha da çoğaltabiliriz.  

Yine yoldaşlık ettiğimiz bir diğer düşünürümüz Erzurumlu Ferideddin Efendi'nin oğlu olan Ziya Paşa’dır (d.1825 ö.1880). Uygarlığımız ve devlette hüküm süren siyaset anlayışımızı sarayda “mabeyn kâtibi” olarak görev yaptığı sırada 1859’da kaleme aldığı Tercî-i Bend’inde ortaya koyar:

 “İkbal için dostlara ihanet yeni çıktı

 Önceleri bilmezdik, bu âdet yeni çıktı

 

 Çalıp çırpma çoğaldı, dürüstlük moda oldu

 Namusun işi bitti, hamiyet yeni çıktı

 

 Ahbabını düşmana karalamak zarafet

 Dostunu başkasına şikâyet yeni çıktı

 

 Dürüst olanı tahkir eylemek kural oldu

 Hırsızlara iltifat, inayet yeni çıktı

 

 Sevilmezdi önceden doğru sözlüler, amma

 Haine değer vermek, iltifat yeni çıktı

 

 Bütün resmi kararlar Düstûr’da yayınlanır

 Vatandaşı söz ile atamak yeni çıktı

 

Âcizlerin açıkça hakkı örtbas edilir

 Korunanı her yerde korumak yeni çıktı

 

 Namusunu kıskanan mutaassıp sayılır

 Dinsizlere yaranmak hiç yoktu, yeni çıktı

 

İslam imiş devletin kalkınmasına engel

 Evvel yoktu böyle şey, bu görüş yeni çıktı

 

 Milliyeti unuttuk günlük hayatımızda

 Batı düşüncesine kölelik yeni çıktı

 

Eyvah biz bu oyunda yine yandık, aldandık

 Çünkü zarar ortada, bilmem ki ne kazandık” 4

            İnsan itiraf eden, pişmanlık duyan, dua eden, yalvaran, yakarışta bulunan, tövbe eden, sorgulayan, kınayan bir varlık. Bütün bu özelliğimizle insanız. Belki de en temel özelliğimiz saklanan bir varlığız. Ancak insanın gerçek doğasını görmeden, maskeli insanı görmek insanı görmek değildir. Gerek günlük hayatta gerekse görev aldığımız resmi hayatta en çok başardığımız ve becerdiğimiz; saklanmak, maskeli olmaktır.  Elbette hepimizin bir gün maskesi düşecek ve gerçek yüzümüz ortay çıkacaktır. Günahlarımızı itiraf etmesek de gerçeklerimizle yüzleşeceğiz.

Kaynakça

21 Haziran 2024 tarihli Akademik Akıl ’da yayınlanan makalemiz.

1-Saint Augustinus, İtiraflar, Çeviren, Dominik Pamir, İstanbul,1999.

2- Jean Jacques Rousseau, İtiraflar, çeviren Kenan Somer, Remzi Yayınevi, İstanbul, 1975. H.Fethi Gözler, Ziya Paşa’nın Terci-i Bend’i ile Terkib-i Bend’i Üzerine Düşünceler, Kültür ve Turizm bakanlığı , Ankara, 1987.

3- Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme- Yakarışlar Kitabı, sadeleştiren Metin Mertol Tulum, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2014.

4- Mahmut Kaya, İslâmî Edebiyatta Şaheserler, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2018. H.Fethi Gözler, Ziya Paşa’nın Terci-i Bend’i ile Terkib-i Bend’i Üzerine Düşünceler, Kültür ve Turizm bakanlığı , Ankara, 1987.

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.
  • Ejder Tepesi 29 Haziran 2024 13:49

    Sayın Hocamız, bunları bırakın da üniversitelerin neden dünya ile entegre olamayıp, neden KDV'si yüksek teknolojik ürünler üretemeyip kendilerini neden yenilemeyip oldukları yerde saydıklarını yazınız. Bakınız ülke olarak bir markamız yok. Neden ?. Bu üniversitelerin işi. Üniversiteler bilimi üretir, teknolojiye dönüştürür,devlet de bunu mamül ürün haline getirir satar bütçesine kor, milletine harcar. Bugünkü Türk üniversitelerinin, ülkeye bu doğrultuda bir katma değerleri yok. Sadece ezbere dayanan akademik bilgileri verip geçiştiriyorlar. Halbuki üniversitenin asli görevi bilimi üretip teknolojiyle dönüştürmektir. Yıllardan beri hep ya bu soyut kavramlar yazılıyor, ya da dini kavramlar kullanılarak halk bir hırka, bir lokmaya razı ettiriliyor. Bırakın bunları da bu dijital, bu teknolojik çağa nasıl ayak uydurulur, nasıl bilim takip edilir, nasıl akıl öne çıkarılır, bunu yazın. Tarikat, tekke söylemlerini bırakın. Bin iki yüz yıldır hep bunlar yazıldı, söylenildi. Durumumuz ortada. Hele üniversiteler bu konulara hiç girmemeliler. Müspet bilimi öne çıkarıp, bundan nasıl istifade edilir, buna eğilmeliler. Selamlar.