Tarihler boyu en bilindik isimleriyle Byzantion, Nova Roma, Konstantinopolis ve nihayetinde Dersaadet isimlerini almış İstanbul; bugün dünyadaki kozmopolitan tanımının, çok kültürlülüğün bir şehirde toplanmış hali.
Günün her saati, her caddesinden, herhangi bir sokaktan akan insan seli ve alışmamış biri için korkutucu olan üretim ve tüketim çılgınlığı ile İstanbulu parçalara ayırsak kendi dışında kalan 80 şehri içinden çıkarırmış gibi.
Dışarıdan bakanlar için dehşet verici, yerli-yabancı turistler için hayranlık uyandırıcı ve içinde yaşayanlar için tüm zorluklarına rağmen vazgeçilmez olan İstanbul
Osmanlı İmparatorluğunda da haklı olarak isimlendirildiği üzere; şehir, hakikaten mutluluğun kapısı. Gelişen ekonomik ve teknolojik imkanları düşündüğümüzde sizlere İstanbulun güzelliklerini baştan anlatmama gerek yok. Yeşille mavinin birleşimini mi örnek olarak veririz, vegan restoranı ve dönercinin yan yana bulunmasındaki çeşitliliği mi bilemiyorum; fakat İstanbulun daha ilk andan insanda tedirginlikle karışık bir hayranlık uyandırdığı metafiziksel bir tecrübe.
Peki, içinde barındırdığı tarihi mekanlar, camiler, müzeler dışında İstanbulu büyük yapan, İstanbula dokusunu kazandıran nedir?
İstanbulda geçirdiğim bir hafta sonundaki gözlemlerim sonucu bu sorunun cevabının insan çeşitliliği olduğu kanısına vardım. Anadolunun dört bir tarafından İstanbula iş bulmaya gelmiş ve bir daha köyüne geri dönmeyi aklından dahi geçirmemiş tüm bu Anadolulu İstanbulluları bir kenara bırakın. Ben yabancı turistlerden, hatta birtakımı artık oturma izni vesaire almaları nedeni ile turist sınıfına koyamayacağımız Türk uyruklu olmayan insanlardan bahsediyorum. İngilizden tutun da Arapa kadar çok çeşitli milletlerden hayran edinmiş İstanbul, bu insanlar için artık bir cazibe merkezi olmaktan çıkıp bir tutku haline dönüşmüş. Sözgelimi; bir yerde denk gelip sohbet ettiğiniz 75 yaş üzeri İngiliz bir çiftin İstanbulu 52. kez ziyaret ettiğini, ömürlerinin geri kalanını burada geçirmek istediğini duyuyorsunuz. Öyle ki bir yerli turist olarak tramvay durağında Eminönünden Karaköye nasıl giderim diye sorduğunuzda size yıllardır o yollarda taksicilik yapıyormuş eminliği ile cevap veren kişi üstün Türkçe konuşma gayreti ile bir Çinli olabiliyor.
İstanbulda belirli bir yaşam tarzına dair izler taşıyan bir sokağın 150 metre sonra bambaşka bir sokağa dönüşmesi rahatça gözlemlenebilecek özelliklerden. Farklı milletleri, farklı inançları, belki de birbirinin zıttı hayat görüşlerini bir arada bulunduran İstanbul, tam da bu özelliği nedeni ile Türkiyenin dünyaya açılan kapısı. Kozmopolit yapısı ile başkent Ankarayı dahi kendi ile yarışa dahil etmeyecek kadar geride bırakan İstanbulun kimler tarafından hangi zihinsel altyapı ve projelerle yönetildiği işte bu nedenle hayati önem taşıyor. Zira İstanbul bizim yüzümüz, İstanbul Türkiye sınırları dışında Türkiye denince akla gelen ilk yer. Yerel seçimlerin yaklaştığını da düşününce İstanbulda gezdiğim her sokakta İstanbulun nasıl yönetildiğinin ve yönetileceğinin ne kadar önemli olduğunun bir kez daha farkına varıyorum. Çok kültürlü, çok çeşitli demografiği olan bu devasa nüfus dinamiğini yürütebilecek belediye başkanının özel eğitim sürecinden geçmiş olması gerekir belki de.
Son olarak, hepimizin bildiği üzere Napolyon: Dünya tek bir ülke olsaydı İstanbul başkent olurdu ifadelerini kullanmış ve aslında resmi belgeler ne söylerse söylesin İstanbulun her zaman için kentlerin başı kalacağını dünyaya zımni olarak duyurmuştu.
Yerel seçimler de yaklaşırken; hangi partinin adayının kazanacağından tamamen bağımsız olarak dilerim ki dünyanın başkentini yöneten kişi yüksek vizyon sahibi ve farklılıkların bir zenginlik olduğunu fark etmiş ve bu renkli farklılıkları yaşatmaya çalışan bir insan olur.