Granada’dan güzel hatıralarla ayrılıp Sevila’ya doğru yola çıktık. Rehberimizin verdiği bilgiye göre İki şehir arasındaki 250 Km’lik yol, yaklaşık üç buçuk saat sürüyormuş
Yol çift şeritli ve düzgündü. Etraftaki zeytin ağaçlarını hayranlıkla izledik. Güneş panelleri ve rüzgar tribünleri İspanyolların enerji konusundaki girişimlerini gösteriyordu.
Rehberimiz, trafik kuralları konusunda dikkatli olmamızı tekrar tekrar anlatıp, burada polisin kural ihlallerini asla affetmediğini hatırlattı. Polisin ceza yazarken “ Sen, benim kim olduğumu biliyor musun? “ türündeki sözlere asla kulak asmadığını da söylemeyi ihmal etmedi.
Hazır polisten söz açılmışken karakola “salyangoz” ismi verildiğini de öğrendik.
İspanyolların tarım ve turizme verdikleri önem hemen anlaşılıyordu. Öyle ki tarımdan para kazanmayan kimse yokmuş. Turizmin getirdiği hareketlilik ise her yerde hissediliyordu.46 milyon nüfusa sahip İspanya’ya bu sene 80 milyon turist gelmiş. Hedefleri ise 100 milyon turistmiş.
Üniversite imtihanının olmadığı İspanya’da zorunlu eğitim on bir yıl ve parasızmış. Öğretmenler duygusallığa asla yer vermiyorlarmış.
İspanya, tavşanlar ülkesi manasına gelen Hispania kelimesinden geliyormuş. İçki reklamı yasak olduğundan bu tanıtım işi boğa resimlerinin olduğu reklam panoları ile aşılmış. Yol boyunca bu panolardan bir hayli gördük.
İspanya’ya damgasını vuran tarihi şahsiyetler içinde Kraliçe İsabella ismi çok sık geçiyordu. Kendisine “Kirli İsabel” deniliyormuş .Bu lâkabı almasının sebebi ise “Tek bir Müslüman kalmayıncaya kadar yıkanmayacağım” demesiymiş.
Yol boyunca rehberimiz Kamil Bey ,İspanya ile ilgili kısa bilgiler vererek yolculuğumuzun eğlenceli geçmesini sağlıyordu.
Saat .18 00 de Endülüs’ün başkenti olan ve hardal renginin hakim olduğu, 2 milyon nüfuslu Sevilla’ya geldik.
Şehrin ortasından Quanada Kebir nehri geçiyordu .Nehir diğer Avrupa şehirlerindeki büyük nehirler gibi Sevilla’ya harika bir görünüm veriyordu.
Sevilla, uzay ve uçak teknolojilerinin merkezi olan bir şehir. Özellikle askeri nakliye uçakları burada yapılıyormuş. Hatta, ünlü araba markası Seat burada üretiliyormuş.
Şehre girdiğimizde Roma’dan kalma su kemerlerine rastladık. Eski sevilla sağ tarafımızdaydı. Burada Yahudi mahallesini, sur duvarlarını ve eski bir sigara fabrikasını gördük. Fabrika şimdi üniversite olarak kullanılıyormuş.
Ekonomik canlılığı artırmak ve eski sömürgelerin ilgisini çekmek için 1929 yılında yapılan Plazade Espanya’ya girince sanki başka bir dünya ya gelmiş gibi olduk. Muhteşem mimarisi, su kanalları ve harika seramikleri ile burası mükemmeldi. Bakımlı atların çektiği görkemli faytonlar çok dikkat çekiciydi. Hediyelik eşya satan dükkanlar ortama renk katıyordu. Plazade Espanya’nın arkasında Amerikan meydanı vardı.
Meydanı gezdikten sonra eski şehre doğru yürümeye başladık. Girişte çok eski kauçuk ağaçları vardı. Bu ağaçların heybeti hepimizi çok etkiledi. 11 ve 12 yy ’da Müslümanlar tarafından yapılan su kanalları göğsümüzü kabarttı. Buraya Aqua Bölgesi deniliyormuş. Çok dar sokaklardan geçtik. Bakımlı evler bir birlerine çok yakındı.
Juderia denilen Yahudi mahallesinin olduğu yere geldik. Turistler eski arabaların önünde fotoğraf çektiriyorlardı.
Dünyanın en büyük kilisesinden biri olan Giralda Kadetrali muhteşemdi. Müslümanların yaptığı caminin yerine yapılan katedralin 94 m yüksekliğindeki çan kulesi ise göz kamaştırıyordu. Caminin dış duvarları Müslümanların buradaki varlığının son kalıntıları olarak duruyordu. Kristof Kolomb’un kemiklerinin olduğu Kadetral’in etrafı kalın zincirlerle çevrilmişti. Bu zincirlerin içerisinde olan her kes kilisenin koruması altındaymış.
Gördüğümüz Hint arşivleri binasının içinde Kristof Kolomb’un haritaları ve coğrafi bilgileri bulunuyormuş.
İki katlı Sevilla meclis binası çok sadeydi. Gösteri yapan gençler ilgimizi çekti. Havanın 31.C olması gezimizin rahat geçmesini sağlıyordu.
Aracımızla otelimize doğru giderken sağda boğa güreşlerinin yapıldığı arenayı gördük.
Bilindiği üzere aslan ve boğa güç sembolü olan iki hayvan.
Boğa ile olan güç ilişkisinin bir yansıması olan boğa güreşleri ilk önceleri 16 YY ‘da boğaların önünde gençlerin koşmasıyla başlamış. Bu etkinliğe “San Farmin Festivali” deniliyormuş. Boğa güreşlerinin ilk organizasyonları ise 19 YY ’da yapılmış. Matador, ”öldüren” demekmiş. Bay ve bayan matadorları yetiştiren okullar bulunuyormuş. Özel yetiştirilen boğalar İki yaşında ve 600 kg olunca arenaya çıkartılıyormuş.
Katalonlar bu güreşleri yasaklamışlar. Hatta, Barcelona’da ki arenayı ticaret merkezi haline getirmişler. Boğa güreşlerinde, önce mızraklı, atlı adamlar, boğanın böğrüne mızrak saplıyorlarmış. Sonra, yardımcılar pelerinlerle boğayı yoruyorlarmış ve en sonunda matador üç bıçağı hayvanın ensesine ve hassas bölgelerine saplıyormuş. Boğa dizlerinin üstüne çökünce matador kılıcını boğanın ensesinden kalbine sokarak öldürüyormuş. Bu vahşeti izlemeyi hiç düşünmedik sadece arena binasını görmekle yetindik.
Solumuz da eşsiz güzellikteki Quanodo Nehri vardı. Bu nehrin uzunluğu 750 km’yi buluyormuş. Nehrin kıyısında “Altın Kule” isimli tarihi bir bina vardı. Burası güvenlik amaçlı yapılmış . Günümüzde Deniz Müzesi olarak kullanılıyormuş. Nehrin üzerindeki tarihi Triana Köprüsü’nü gördük. Binalarda ki sarı kırmızı İspanya bayrakları ülkenin bölünmeyeceğini yansıtır gibiydi.
Yorucu bir günün ardından 28 Ekim gecesi otelimiz Vereda’ya geldik. Otel otantik bir tarzda döşenmişti ve merkeze bir hayli uzaktı.
Rehberimiz saatlerimizi bir saat geri almamızı söyleyince bir hayli keyiflendik. Bu ayarlama bir saat daha fazla istirahat etmemiz manasına geliyordu.
29 Ekim 2017 Pazar günü kahvaltımızı yaptıktan sonra, aracımıza bindik ve 08.30 da Cordoba’ya gitmek için yola çıktık.
Her sabah olduğu gibi rehberimiz Kamil Bey yoklamayı aldıktan sonra kaptanımız Nuno’ya haydi manasına gelen “ vamos” dedi ve yola çıktık.
Kamil Bey, yolculuk esnasında bizi bilgilendirmeye devam etti. Cordoba Camisi’ne gittiğimizde namaz kılmamamız konusunda uyarı yaptı. İspanyolların cami içerisinde namaz kılanlara karşı çok tepki gösterdiklerini hatırlattı. Bu arada bilmemiz gereken bazı İspanyolca kelimeleri öğretmeyi de ihmal etmedi.
En kolay öğrendiğimiz merhaba manasına gelen ve “Ola” diye okunan Hola kelimesiydi. Güle güle denilen “Adios” kelimesini ise seyrettiğimiz filmlerden hatırladık.
Pazar günü olduğu için Sevilla’dan geçerken iş yerleri kapalıydı ve caddeler çok sessizdi.
Bu gün Cumhuriyetimizin kuruluş yıldönümü olduğu için aracımızda mütevazi bir kutlama yaptık ve bize bağımsız bir ülke bırakan Gazi Mustafa Kemâl Paşa ve silah arkadaşlarını bir kez daha şükranla andık.
Aracımız yol alırken bizde gözümüze takılan farklı görüntüleri rehberimizden sorup öğreniyorduk.
Solda, elektrik üreten bir fabrika vardı. Biraz ilerleyince ışıl ışıl yanan bir kule gördük. Burası ayna panelleriyle donatılmış elektrik üreten bir yerdi ve deniz feneri gibi ışıldıyordu.
Levhalara baktıkça “ J” harfinin İspanyolca “H” olarak okunduğu gibi yeni bilgilerde öğreniyorduk.
Bu güneş panelleri ay çiçeği gibi güneşin olduğu yere göre yön değiştiriyormuş. Bu bölgede bol miktarda sıtma ağacı ismi de verilen Okaliptüs ağaçları mevcuttu. Bu ağaçlar hava sıcaklığını birkaç derece düşürüyormuş
Bu arada Kamil Bey, profesyonelliğin verdiği tecrübe ile tarih bilgilerimizi de yeniliyordu.750 tarihinde Abbasiler tarafından yıkılan Emevi Devleti’nin Krallarından 1 .Abdurrahman’ın önce Fas’a geldiğini, oradan İspanya’ya geçtiğini ve buradan Granada’ya gelip küçük bir krallık kurarak Endülüs Emevi Devleti’nin temellerini attığını ,İslam dünyasının en parlak dönemlerinin yaşandığı bu muhteşem medeniyeti ve 1400 yılından sonra Hristiyanların bu mirası ele geçirmelerini gayet güzel özetledi.
I Abdurrahman zamanında valilik olarak kurulan Cordoba , ismini Fas’ta ki Kurtuba’dan almış. Cordoba zaman içerisinde gelişmiş ve astroloji, tarım ve tıp alanında önemli gelişmelerin yaşandığı bir merkeze dönüşmüş. ilk defa katarakt ameliyatının yapıldığı Cordoba’ da o günün şartlarında 200 civarında kütüphane bulunuyormuş.
İspanya’da Malaga,Granada,Sevilla ve Cordoba’yı içine alan bölgeye Endülüs Bölgesi ismi veriliyor.
Her şehirde kilisenin çok daha büyüğü olan bir katedral mevcutmuş. Kiliselerin küçüğüne “şapel” ismi veriliyormuş.
Bu tür bilgileri paylaşırken saat 10.30 da 400 000 nüfuslu Cordoba’ya girmiş olduk.
İlk işimiz meşhur Cordoba Camisi’ne gitmek oldu. Bu muhteşem eserin ,cami-kilise şekline dönüştürülmüş olması canımızı yaktı diyebilirim.
Bu cami, ilk önce Hristiyanlardan para ile satın alınan bir kilisenin yerine yapılmış ve 751 tarihinde ilk kısmı ,850 yılında ikinci kısmı , 950 ‘den sonra ise üçüncü etabı tamamlanmış. Endülüs Emevi Devleti’nin yıkılmasından sonra 2 ve 3 etap arasında ki 300 civarında sütün sökülmüş ve bu boşalan alana caminin bağrına hançer saplanır gibi devasa bir katedral inşa edilmiş.
Çift kemer kullanılan cami ,1419 sütun üzerine inşa edilmiş ve toplamı 24 000 m2’lik bir alana sahipmiş
10 m yüksekliğinde olan sütunların üzerinde Arapça yazılar gördük. Bu yazılar sütunun nereden geldiğini ve kim tarafından yapıldığını göstermekteymiş.
Caminin tabanında mezarlar vardı ve içeride çok sayıda şapel bulunuyordu. Altın mozaiklerin İstanbul’dan ,ahşap kısımların Lübnan’dan getirildiği Cordoba Cami, mimarisiyle hepimizi büyüledi. Tavandaki ahşap süslemeler dudak ısırtacak gibiydi.20 kapısı olan camide 22 000 kişi namaz kılabiliyormuş. Hayranlık ve üzüntü içerisinde gezdiğimiz bu muhteşem eseri ,Pazar ayini yapılacağından dolayı daha fazla gezmeden ayrılmak zorunda kaldık. Cami-kilise haline getirilen bu mekânda namaz kılmanın yasaklanmış olmasına karşı , ayin yapmanın serbest olması batının özgürlük kavramına bakış açısını gösteriyordu.
Camiden çıktıktan sonra dar sokakların olduğu Hristiyan Mahallesi’ne gittik. Burada işkence müzesini gezince, insanlığımızdan utandık. Müzede ilgimizi çeken şey ise bekâret kemeriydi
Yahudi Mahallesi’ne girdiğimizde küçük bir sinagog ile içi müze haline getirilmiş “zoco” ismi verilen zengin evini, ilk katarakt ameliyatının yapıldığı hastane binasını ve boğa güreşleri müzesini gördük.
Yahudi Mahallesi’nde ünlü Yahudi filozof Maimonides’in sarıklı bir heykeli vardı. Biz bu heykeli ilk gördüğümüzde Müslüman bir bilim adamı zannetmiştik
Müslüman Mahallesi’ne girdiğimizde, gördüğümüz küçük bir mescit içimizi rahatlattı. Bu bölgedeki çarşılarda hediyelik eşyalar satan dükkanlar vardı. Vitrinlerde gümüş telkâri işçiliği takılarla, deriden üretilmiş ürünler dikkat çekiciydi.
Cordoba’dan saat 14 00 de ayrılıp saat 15. 45 de Sevilla’ya döndük.
Rehberimizin verdiği serbest zamanı değerlendirmek için Altın Kule’nin bulunduğu yere geldik ve burada ki tekne turuna katıldık. Yarım saatlik bu tur için 16 Euro ödedik.
Sevilay’da ki son gecemizde Flamenko izlemeye gittik. Rengarenk kostümler içerisindeki oyuncuların yerel müzik eşliğinde ayak ritimleri ile sergiledikleri dans bir hayli zevkliydi.
İlerleyen saatlerde otelimize dönüp ertesi gün yapacağımız Portekiz yolculuğu için hazırlıklarımızı tamamladık. Devam edecek…