“Döndüğünde yatağın dahi soğumamış olacak!”
Zifiri karanlık bir yerdeyim. Bütün bilgim gören bir insanın ellerinin duyarlılığıyla sınırlı. Kimse yok, kimse olmadığı için korku da yok. En çok yalnızken güvendedir insan. Bunu öğrendim yaşadığım yerde. Kalabalıklardan sakınmak gerekir: çünkü kalabalıklar “duyarsızdır”. Kendinden uzaklaştıkça onlardan olduğunu zannedersin; ama bir kerecik konuşarak yürümek yeter aralarında, onlardan olmadığını anlamak için.
“Kalabalıklar konuşmaz; çünkü düşünmezler.”
Beni buraya getiren ses kalbime indiriyor cümlelerini.
Düşünmek… Yığın halinde bir “markanın” peşinden giderken beni durduran şey “düşünmek”, ufak sorgulayışla hep geride bırakmak adımlarımı, sonuç; dışarıdan bakılınca umutsuz bir yalnızlığa gömülmek, ama içinde ta derinliklerinde aslında yalnız olmadığını ve asla olamayacağını hissetmek. Garip bir duygu.
Kendi karanlığımdan açıyorum gözlerimi, çevrem daha bir aydınlık.
“Düşündükçe nurlanacaksın!”
Hiç tanımadığım bir sese güveniyorum; oysa “güven” karanlığın metropole doğuşuyla kaybettiğim gölgem gibi.
Sesleniyorum sese:
“Tüm bilinmezliğine rağmen güveniyorum sana. Biliyorum ki kendi kendimizi küçük duruma düşürdüğümüz bir korku filmi oynamıyor burada. Loşluğun ürperti vermiyor. Aklım normal bir insanın bu durumda korkması gerektiğini söylüyor; ama sen kalbime konuşuyorsun.
“Kalp O’nun meskenidir.”
“Ben tanımıyorum O’nu.”
“Habersiz de değilsin!”
Bir çırpıda, şuursuzca söylediğim cümlelerden biri daha. Uzaklaştıran ve batıran cümleler. Verilen cevapsa çok keskin.
“Aramak zorunda olmadığını bul!”
Bulunduğum yere çöküyorum. Sağ elimi kalbimin üzerine koyup sol elimle yüzümü kapatıyor ve hayatımda tanıdığım tek “bulan insanın” oturuşuna sığınıyorum.
Onu kapı aralığından gözler “La ilahe illallah” deyip ileri geri sallanmasını seyrederdim. Sallandıkça sesi daha bir derinleşir sanki başka mekânlardan gelirdi. Bittiği zaman yüzünde gülümsemeyle kalkardı seccadeden.
“Ne yapıyorsun anneanne?”
“Zikir çekiyorum yavrum.”
“Zikir nedir?”
“Sevdiğinin ismini sayıklamak!”
Kimi sayıkladığını bilirdim de sırf muziplik olsun diye “Dedemin ismini mi sayıklıyorsun?” diye sorardım. Kocaman bir “Tevbe estağfirullah” çeker, sırtıma hafifçe bir şaplak indirir, “Aklın ermez böyle şeylere, sen git toprakla oyna bakalım” derdi. Ben de canıma minnet, eteklerimi sallaya sallaya bahçeye yönelir, kapıdan “Abdullah Abdullah” diye bağırırdım. Anneannemin mest giydiği için arkamdan atacağı bir terliği yoktu.
Onun tek katlı bahçeli evinde istediğim gibi “çocuk” olabilirdim. İkindiye kadar toprakla oynar, gâh kazar gâh kopardığım otları yerine diker gâh topraktan pasta yapardım. Anneannem ben kirlendikçe mutlu olur, “Aferin, özünle ne güzel anlaşıyorsun” derdi. Gerçi ne demek istediğini anlayamazdım. “Allah, Âdem’i aldı şöyle bir güzel yoğurdu” der dururdu. Aklıma komşumuz Nebahat Teyze’nin hamur yoğurması gelirdi, gülerdim. Ben de “yaratılmışın şekillendirilmesini” sembolik olarak canlandırmak için topraktan adam, kadın ve çocuk yapardım. Anneannem yaptıklarıma kızar “Haydi bir de ruh üfle bakalım” derdi.
“Ruh nedir anneanne?”
“Ruh; Allah’ın bizdeki parçasıdır.”
Anneannem hep böyle tuhaf konuşurdu; ama konuştuklarını severdim. Bize öğretilenler gibi değildi, insanın duydukça dinleyesi geliyordu. O’nun sevgisine ve merhametine, O’nun kızgınlığına ve cezalarına dair onlarca hikâye anlatırdı anneannem bana. İnsanlar hep gemilerle kurtarılırdı. Yoksa gemi sadece bir hikâyede mi vardı? Koca koca taşlar hangi kavmin başına atılmıştı, kimler korkunç bir çığlıkla yok olmuştu? Denizler mi yarılmış, sular mı taşmıştı bir zaman? Dağlara çıkarılan, çöllere bırakılan, mağarada uyutulanlar kimlerdi?
Hikâyeler artık silik. Anneannem sekizimdeyken öldü. “Gül goncamsın” derdi bana, “Seni ben açtıracağım, onlar gibi olmayacaksın!” Onlardan kasıt annem ve babamdı. Anneannem cümlenin burasına gelince hep ağlardı. Yüzümü ellerinin arasına alır, bilemediğim; ama uzak olmadığına inandığım kelimelerle bir şeyler okur, üfler, alnımdan öperdi.
“Ne okuduğumu merak ediyor musun?”
Tastikledim.
Cümlelerin kalbime okunmasıyla yüzümü meltemler yalayıp geçti, ateş içindeyken serin sulara dalmış gibi ferahladım, gül kokusu sardı etrafımı, tuzsuz yaş taneleri döküldü gözlerimden, bir kamışın nefesi can verdi kulaklarıma.
“Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak olan dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran ki Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin. Bu sahih bir dinin gayesidir; ama insanların çoğu onu bilmezler.”
Ağlıyordum…
Hangi zamanda ve hangi mekânda olursam olayım O’nun varlığını ve birliğini kavrayacak güçte yaratıldığıma, anneannemin bu gücü diriltmem için adıma yaptığı duaya ağlıyordum. Ağlıyordum, unutturuluşuma, unutuşuma; ama unutulmayışıma.
Gayri ihtiyari sallanıyordu bedenim ileri ve geri doğru. Hayır hayır gayri ihtiyarilik yoktu bunda. O da hatırlamıştı gerçek hareketini. Nefesim sıklaştıkça kendine dönüyordu, “ahlar, ohlar, oflar, uflar” siliniyor, geriye asıl ses, ruhumdan gelen ve hançeremde gizlediğim dirilten ve besleyen ses dışarı çıkıyordu: “Hu Hu”
“Hu” dedikçe görüyordum,
“Hu” dedikçe duyuyordum,
“Hu” dedikçe biliyordum,
“Hu” dedikçe diriliyordum.
“Közü harlatmanın vakti geldi!”
Durdu, yüzümü yalayan meltem, hararetten rahatladığım su, rayihasıyla gül, ağlayışımla gözyaşı, can verici kamış durdu. Bu ses karşısında durma durdu. Gözümü açmamla kanatları alev alev yanan bir pervane belirdi.
“Pervane yedi devir dön!”
Gök gürültüsü gibi bir ses. Pervanenin ateşi döndükçe artıyor, kanatlarından çıkan kokulu duman genzimi yakıyor, başımı döndürüyor, etrafımı beyaz parlak bir sis kaplıyordu.
“Gir!!!”
Bir ateş ki temizliyor, bir ateş ki parlatıyor, bir ateş ki düşüşten kurtulmanın çaresini sunuyor.
Pervane kalbime dokunuyor, bütün gücümle bağırıyorum.
“Allah!”
*** *** *** *** *** ***
Odamdayım.
Rüya mıydı bütün bunlar? Sesler, ışıklar… Pervane rüya mıydı? Ateş rüya ise dudaklarım neden çatlak çatlak? Kalbimdeki bu seste ne?
“Hak Hak Hak”
“Sırrını kimseyle paylaşma!”
İşte “ben”im için görevlendirilen ses.
“Sırrını kimseyle paylaşma; fakat alametleri üzerinde göster.”
“Alametleri mi, nasıl?”
“Veli ol!”
“Veli mi?”
Düşündüm, anneannem göz açıp kapayıncaya kadar bir yerden başka bir yere gidebilen, bakışlarıyla insanların kalplerini okuyabilen, dualarıyla hastaları iyileştirebilen büyük zatların hikâyelerini anlatırdı.
Büyük zatlar ve yolun başındaki ben. İçimi sıkıntı basmıştı, rahatsızca mırıldanıyordum:
“Ben keramet gösteremem, ben keramet gösteremem.”
Dudaklarım okundu.
“Veli keramet gösteren değildir.”
“Peki kimdir?”
“Allah’ın dokunduğun kimse!”
Duyulması kolay, anlaşılması zor cümlelerden biri daha. Üzerinde yoğunlaşmalı, kafa yormalıyım. Üstünkörü yaşamayı çıkarmalıyım hayatımdan.
“O sana işaretlerini insanlarda, eşyalarda, olaylarda ve tabiatta gösterecek.”
Telaşa kapıldım, anlıyordum ki gitmesinin vakti gelmişti. Ya işaretleri göremezsem ya okuyamazsam. Tekrar kalabalıklar içinde şuursuzca yürümeyi istemiyorum. Bakıp görmemeyi, duyup anlamamayı istemiyorum. Dışarının soğukluğuna karşı içimde yanan pervaneyi kaybetmek istemiyorum.
Yine ağlıyordum, iki dönüşün korkusuyla ağlıyordum.
“Ağlama, gün gelecek işaretleri göremeyecek, sesimizi duyamayacaksın; ama içindeki pervaneyi durdurmadığın sürece dönüş hakkın saklı tutulacak, taki son nefesine kadar.”
Bilmeliydim, terk etmeyeceğini, terk edilmeyeceğimi bilmeliydim. İnsan telaşlarına kapıldım, dönüşümün ilk anında anlayamazlık yaptım, yine yapacaktım, yine yapacaktım.
Ses zahirden silindi.
*** *** *** *** *** ***
“Henüz beni duyamıyorsun, kalbine yerleştirilen pervanenin hizmetkârı olarak yeniden şekilleniyorum içinde. Adıma “Fıtrat” diyeceksin ve hayatın boyu beni açanlar ile beni örtenlerin hikâyelerini öğreneceksin. Ben pervane döndüğü müddetçe burada kalacağım ve derinliklerinden sana yol göstereceğim.”
Kulağım çınladı, gülümsedim…