Kalabalık sosyal ortamlardan uzak kalmaya çalıştığımız şu günlerin kendine has tatlı yanları olduğunu da sık sık dile getirdik. Aynı evin içinde yaşasak da vakit geçiremediğimiz yahut geçirmediğimiz ailemizle vakit geçirmek, ertelediğimiz işleri yapmaya vakit bulmak ve okunması gereken kitaplardan, makalelerden sıyrılıp kitaplığımızda uzun süredir bizi bekleyen ve bir türlü önceliğe sahip olamayan kitapların sonunda kapağını açma fırsatını edinmek Benim kitaplığımda bu kitaplardan biri de Fernanda Pessoa tarafından kaleme alınan Huzursuzluğun Kitabı idi. Portekizli Pessoa, birçok ünlü edebiyatçı gibi 1888den 1935e kadar süren kısa ömründe pek de ünlü sayılmazdı. Ancak hayatını kaybettikten sonra sandığından çıkan eserlerin bir araya getirilmesi ile oluşan Huzursuzluğun Kitabı onun ölümünden sonra ün kazanmasının sebeplerinin başında geliyordu. Huzursuzluğun Kitabı birçokları için her insanın hayatının bir noktasında sorguladığı varoluşunun nedenleri, duygu karmaşaları gibi birtakım konuları entelektüel dilde anlatmaktan başka pek de bir vasfı bulunmayan bir kitap, üstelik kitap bir derleme olduğu için yer yer tekrarlara da rastlamak mümkün.
Ancak hayatlarımızın yavaşladığı, bir gün gündemimizin ortasında bulduğumuz bir virüsün sevdiklerimizi, işlerimizi bizden aldığı bir ortamda kitapta denk geldiğim cümleler yeni normalimizden önce okusaydım kazanacağı anlamlarından bambaşka anlamlar kazandı. Bunlardan bir tanesi Tek derdimiz kendimizi oyalamak, bu doğru; ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu. cümlesiydi. Peki, kitapta rastlanabilecek onlarca süslü cümlenin içinde bu cümle beni niçin bu kadar etkiledi açıklamaya çalışayım.
Doğum ve ölüm arasında kendimizi oyalamaktan ibaret olan hayatlarımızda insanların yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşanlar ve vakit geçirmek için yastık kenarı işleyenler şeklinde ikiye ayrıldıkları gibi bir genelleme yapmak mümkün değil belki ancak herkesin hayatının en az bir döneminde bu iki karakter arasında bir seçime gittiğini düşünmeden de edemiyorum. Söz gelimi, bir siyasi olayın ardından alanına göre yazan çizen, araştıran ve insanları bilgilendirmeye çalışan bir gazeteci yastık kenarı işlemek gibi bir ürün ortaya koyarken klavyesinin başında konuya dair bir emek vermeden, önyargılarını hakikatin önüne koyarak yorum yapanların boş işlerle uğraşan tutuklular profilinde olduğunu söylemek mümkün.
Aynı mesleği icra eden yahut aynı şekilde işsiz olan ve aynı şartlarla boğuşan kişilerin içinde bile bu oyalanma süresinde yastık kenarı işleyenler ve enerjilerini toksik çıktılara dönüştürenler var. Yani yazarın buradaki boş işlerle uğraşma ifadesi aklımıza gelen ilk manasındaki gibi bir meslek sahibi olmamak, zamanını boşa geçirmek manasına gelmiyor bana kalırsa. Yastık kenarı işleyip ortaya bir ürün çıkarmak yerine çevresine faydadan çok zararı dokunan insan yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi kendi ile kavgasını bir türlü bitiremeyen bir profil oluveriyor işte. Üstelik bu profilin kafasını kaşıyacak bir dakikası bile olmadığını iddia eden siyasetçisi de var, hekimi de ev hanımı da öğrencisi de. Ancak hayatı yaşanılır kılan ve kötülüklerle amansız bir mücadele içinde olan ise yazarın oyalanma olarak ifade ettiği hayatlarımızda yastık kenarı işleyenler. Yaptığımız işten, toplum nezdinde ne kadar saygın olduğumuzdan, takdir edenimizin yahut yuhalayanımızın çokluğundan bağımsız olarak kendi hayatımızın, yastık kenarı işleyen genç kızlar tiplemesinden olabilmemiz ümidiyle