Değerli kardeşlerim. Üç dört haftadır yazılarım yayınlanamadı. Takip edenlerce malum olduğu üzere Ramazan ayı boyunca Medine’de idim. Ağustos ayının sonlarında döndüm. Bu arada şahsi işlerim sebebiyle yazma imkânı bulamadım. Bunun için tüm okurlarımızdan özür diliyorum.
Evet, umrecilerimizin tamamı ülkemize döndüler. Eylül 11’de de Erzurum’dan hacca giden ilk kafilemizi Medine’ye yolcu ettik. Cenab-ı hak yapacakları haccı ve diğer ibadetlerini kabul buyursun.
Tabi umre ve hac yolculuğu artık eskisi gibi zor değil. Hacılarımız her türlü imkânlara sahipler. 1980 ve 90’larda gidenler çok iyi bilirler ki hacılarımız 10 – 15 kişilik odalarda yere serilen incecik sünger yataklarda yatıp, yemeklerini kendileri pişirmeye çalışırlardı. Türkiye’ye telefon etmek öyle kolay bir iş değildi. Ya şimdi, lüks otellerde iki üç kişilik odalarda kalıp, aynı otelde hazır yemeklerini yiyip ibadet yapmaya daha fazla zaman ayırabiliyorlar. Tabi diğer imkânları saymaya hacet yok.
Bununla birlikte izdihamdan kaynaklanan bir takım sıkıntılar da yok değil. Hele bu sene Mescid-i Haram’ın çevresindeki inşaatlar sebebiyle daha da fazla sıkıntılar olması kuvvetle muhtemel. Ama her şeye rağmen hac yolculuğu bir başkadır. Kabeyi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında sa’y etmek, Arafat’ta ve Müzdelife’de vakfe yapmak, Mina’da şeytan taşlamak… Bütün bunlar insana bambaşka bir haz verir. Allah her isteyene nasip etsin.
Bu günkü yazımızda şu bilgiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Malum, Osmanlılar zamanında mukaddes topraklarda bugünkü gibi otel sistemi yokmuş. Çünkü buralarda yaşayan halk günler öncesinden şehir dışına çıkar, hiç tanımadığı bir yerden hac yapmak maksadıyla gelen kişileri karşılar, bu hacıları hanesinde misafir eder ve bundan da büyük bir şeref duyarlarmış.
İşte böyle bir hac mevsiminde, takriben 1903-1904 yıllarında, Mekke halkı yine hacıları karşılamak üzere şehir dışına çıkmış. Bunlardan biri, gözüne kestirdiği uzun boylu, endamlı, sakallı, normal giyimli birisinin yanına yaklaşarak, kendisini evinde misafir etmek istediğini bildirip, eğer gelirse büyük bir şeref duyacağını söyleyerek rica minnet evine davet etmiş.
Misafir ettiği bu zat, hac müddeti boyunca o kişinin evinde kalmış Hac zamanı bitiminde bu iki kişi helalleşerek ayrılmışlar. Ayrılırken, hacı olan zat, hane sahibine bir kese altın hediye etmek istemiş. Hane sahibi bu altınları kabul etmek istememişse de, hacı olan zat çok ısrar edince, ev sahibi kabul etmek zorunda kalmış.
Bir de mektup bırakıp ev sahibine demiş ki: “Bu mektubu ben gittikten en az bir gün sonra Mekke Emiri’ne teslim et!”
Hacı gittikten bir müddet sonra hane sahibi kendi kendine: “Allah, Allah! Ben kim, koskoca Mekke Emiri kim, bu mektubu yazan o hacı kim!” diye düşünmüş.
Derken hanımı mektubu Mekke Emiri’ne muhakkak vermesi gerektiğini, aksi halde vebal altında kalacağını söyleyerek beyini ikna etmiş.
Neticede çeşitli mercilerden geçerek mektubu Mekke Emiri’ne vermiş. Emir mektubu açınca hemen ayağa kalkarak selam durmuş ve hane sahibine sormuş:
- Şimdi nerede bu misafir ettiğin zat-ı muhterem?
- Efendim, haccını tamamlayıp memleketine döndü.
- Bak mektup nasıl başlıyor: “Ben Harem-i Şerifin Hadimi Halife-i Müslimin Sultan Abdülhamid Han-ı Sani ki”
Bunu duyan adam bayılmış ve iki gün kendine gelememiş.
İşte Sultan Abdülhamid Han, devletin bekasını ve belki de mütevazı bir hac yapamayacağını düşünerek, kimseye haber vermeden hac vazifesini yerine getirmiş ve Peygamberimizi ziyaret ile şereflenmiştir.
Evet, bütün ibadetlerde ihlas ve samimiyet esas, riya ve gösteriş ise haramdır. Allah ihlas ve samimiyetten ayırmasın.