2005 yılıydı sanırım. Bir dizi seminerde eğitici olarak görevlendirilmiş ve bölgemizde birkaç ile geziler düzenlemiştim.
Güvenli servis ve müşteri memnuniyeti üzerine özel bir lpg firmasının finanse ettiği bu etkinlikte, il il dolaşıp bu firmanın bayi ve bayi elemanlarına bilgilerimi aktarıyordum. Gittiğim her ilde büyük bir ilgiyle karşılanıp, oldukça güzel izzet ve ikrama mahzar oluyordum. Haliyle de seminerler oldukça keyifli ve yararlı geçiyordu.
En son semineri Bayburt'a vermek için bir haziran sabahı yola çıkmıştım. İlin en büyük bayisini sahibi olan ve şu an ismini hatırlayamadığım (soyadı "yarımosmanlı") bir ağabeyimiz karşılamıştı beni.
Ev sahipliğinin en mükemmelini sunmak adına kendini neredeyse paralayan güler yüzlü ve samimi ağabeyimizin renkli kişiliği bir yana, Bayburt'a olan aşkı beni kendine hayran bırakmıştı.
"Bak hocam bunu ben yaptırdım! Bak şuraya, buna ben vesile oldum? Ona bak, onu da bizim dernek yaptı ." ve daha neler neler!
Bayburt için hayırlı bir çivi çalmak adına yapıklarını görmüş, yapmak istedikleri için de gayretlerine şahit olmuştum
İki gün kalmıştım orada. Bir an dahi beni yalnız bırakmayan bu ağabeyimin gün boyu kâh Vali Bey, kâh Emniyet Müdürü veya bilmem hangi Bakan ve danışmanlarıyla sürekli yaşadığı telefon trafiği gerçekten başımı döndürmüştü.
Konuda da şu idi; yine ağabeyimizin gayretleriyle üniversite binası (yanlış hatırlamıyorsam Eğitim fakültesi ilk binalarıydı) yapılmış ama aradan iki yıl geçmesine rağmen Atatürk Üniversitesi rektörlüğü tarafından kadro tahsisinin yapılmayışıydı.
Bunu çözmek için nasıl didindiğine bizzat şahit olmuş ve büyük bir hayranlıkla gayretlerini izlemiş, Erzurum'a döndüğümde de, köşe yazımı bu kişiye, daha doğrusu bu kişinin davranışlarının "gerçek milliyetçiliğin tarifi" olduğunu yazarak, ayırmıştım.
Ne o parti ne bu parti. Ne o ırk ne bu ırk! Ne sağ ne sol. Vatanı milleti ve memleketi için en hayırlı işi düşünmek ve yapmak, budur gerçek milliyetçilik diye devam etmiştim o haftaki yazıma. Elbet bunu yazarken, Erzurum'da yayımlanacak olan bu yazının o kişiye ulaşacağını zerre aklımdan geçirmemiştim tabii. Zaten benim derdim ne Bayburt ne de o kişiydi. Benim derdim, gerçekten vatan sevgisinin nasıl olması gerektiğini anlamaktı. Neyse, pazartesi günü yayımlanmıştı yazım.
Akşamüzeri öğretmen evinde arkadaşlarla otururken tanımadığım bir numaradan aranmıştım.
"İbrahim Bey?"
"Evet benim. Buyurun!"
"Hocam ben Bayburt'tan filan kes. Yazı için size minnettarım! Ne kadar teşekkür etsem azdır."
Bir an bocaladım. Hatta anlayamadım. Tamam, ağabeyimi çıkardım çıkarmasına da, yazıyla Bayburt'un ve ağabeyimin teşekkürleriyle ne alakası vardı?
Anlattı daha sonra;
Köşemde çıkan yazı elbet Vali Beyin masasına ulaşmış, yazıyı okuyunca Bayburt Valisi ile görüşmüş.
Bayburt Valisi bizim ağabeyimizi aramış. Neyse efendim, olay büyümüş tabii. Konu rektör Beye intikal etmiş ve Bayburt'a kadro tahsisi yapılması için girişimler başlamış!
"Sana minnettarım! Kendim ve Bayburt adına," diyordu ağabeyim.
Oysa ben ona minnet duymuştum, sonsuz! Gerçek milliyetçiliğin tarifini bana öğrettiği için!