İnsanoğlu en gelişmiş silahları üretmek çabasında olsa da yaradılışından bugüne dek, fitne ve fesadın yaptığı tahribat kadar güçlü bir silah icat edememiştir.
Emperyalist ülkeler, ürettikleri silahları pazarlamak için gelişmemiş ülkelerin içerisine fitne fesat tohumları atıp, huzur bozarak, o ülkeleri zayıf bırakıp, her an çatışmaların olacağı bir ortama sürüklemek stratejisi izlerler.
Ne gariptir ki, bu tezgaha düşmeyen üçüncü dünya ülkesi yok gibidir.
Bunun en somut örneklerini uzun yıllardan beri ülke olarak yaşamaktayız.
İmparatorluk topraklarını kaybedip, son kale olarak sığındığımız Anadoludan koparılmamız için bu tertiplerin çoğunu duyduk, okuduk ve yaşadık.
Ülkelerin hassas noktalarını belirleyip, bu bölgeleri kaşıyarak, insanları kutuplara ayırıp, ötekileştirip, bir birlerine düşman etmek genel bir taktiktir.
Ülkemizde bu hassas noktalar, Türk -Kürt, sağ-sol, alevi -Sünni, laik-anti laik, cumhuriyet ve cumhuriyet karşıtları gibi konulardır.
Tarihe mal olmuş önemli şahsiyetler üzerinden yapılan söylemler de bu ayrıştırmaların bir aracı olarak sıkça kullanılmaktadır.
İfrat ve tefritin de işin içine katılmasıyla bu ötekileştirme ve düşman kamplara ayırma planı çok çabuk ilerlemektedir.
Sultan 2inci Abdülhamitin bir kesim tarafından Ulu Hakan bir başka kesim tarafından Kızıl Sultan olarak değerlendirilmesi, Mustafa Kemâlin dinsizlikle itham edilmesi, İsmet İnönü gibi tarihi şahsiyetlere yönelik asılsız isnatlar ,kin ve nefret duygularını tetikleyip, ötekileştirmelerin önünü açmaktadır.
Eğitim seviyesi düşük, okumayan ve dünya gerçeklerini algılamayan toplumların bu rüzgarlara kapılmaları kaçınılmazdır.
Siyasetin ayrıştırıcı ve şiddet içeren söylemleri de bu fitne tohumlarının hızla büyümesine yol açmaktadır.
Politik çıkarlar uğruna sergilenen sen ben kavgaları ne yazık ki değerler üzerinden yapılmakta, birileri göbeklerini kaşırken, vatandaşlar adeta bir birine düşman edilmektedir.
Geçmişte, aleviler Kuranı yaktı diye bir fitnenin ortaya atılmasıyla K.Maraşta, Sivasta, Çorumda binlerce insan canından olmuş, bu kentler adeta savaş alanına dönmüştü.
28 Şubat öncesi, bir avuç sakallı, sarıklı, cübbeli meczubun, asalarıyla Anıtkabire gitmeleri, elbette ki bu fitne düşüncenin bir eylemiydi.
Siyasi seçimler yaklaştıkça bu dozun artırılması da gözden kaçmamaktadır.
Geçmiş dönemde, bir siyasetçinin, başbakana ikinci peygamber yakıştırması yapması ile yakın zamanda Bir üniversite rektörünün Cumhurbaşkanına itaati farzı ayın olarak nitelemesi, bu hafta başında bir muhalefet milletvekilinin Türkçe ezan düşüncesini tekrar gündeme taşıması, andımızla ilgili polemiklerin bu ortamda tekrar dillendirilmesi, yine bir fakülte dekan vekilinin Atatürkün, bin yıllık Türkün kıyafetini ecnebi kıyafetleriyle değiştirdiğini ifade etmesi ve son olarak ta bir gazetecinin Atatürk benim ilahımdır gibi maksadını aşan söylemler ateşin üzerine benzin dökmek kadar tehlikelidir.
Elbette ki, ne Sn. Cumhurbaşkanı peygamber, ne de Atatürk ilahtır.
Her olayı kendi tarihi süreci içerisinde değerlendirmek ve ona göre yorumlamak gibi bir eksiğimiz bulunmaktadır.
Bir takım vatandaşları kendi siyasi tercihlerine ters düştüğü için vatan hainliği ile itham etmek, fesat düşüncenin bir eseridir. Bir bayrak altında yaşamayı kabul etmiş, ülkenin değerlerine bağlı herkes vatanını sever. Bu ilkeler doğrultusunda birinin diğerinden daha fazla ülkesini sevmesi söz konusu değildir.
Bu fitne ve fesat ateşinin ülkeyi sarmaması için sorumluluk makamın da olanların üslup, tavır ve söylemlerine çok dikkat etmeleri gerekmektedir.
Konuyla ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanının sarık ve cübbe ile Kadir Mısıroğlu gibi Atatürke hakaretler yağdıran birini, hassas bir günde ziyaret etmesi samimi bir hasta ziyareti olarak izah edilemez.
Böyle bir ziyaretin doğuracağı tepki elbette ki bilinmez değildir.
Ülkede tansiyon yükselirken gazeteci bir bayanın Atatürk benim ilahımdır diyerek ortaya çıkması, bir mültecinin Atatürk heykelini tahrip etmeye çalışması, kara çarşaflı bir bayanın Atatürk ilah değildir söylemi, bize geçmişte yaşadığımız acı günleri hatırlatmaktadır.
Vatandaşlar olarak ülkemizde sükûneti sağlayıp, barış dilini yaygınlaştırmamız gerekmektedir.
Bu hassas konuda en büyük görev ve sorumluluk devleti yönetenlere ve siyasilere düşmektedir.
İfrat ve tefrit yanlışına düşüp, fitne ve fesat tohumlarının serpilmesine göz yumarsak, ülkemize en büyük ihaneti ve saygısızlığı yapmış oluruz ki bunun vereceği zarar hiçbir silahın veremeyeceği kadar tehlikelidir.