Haber Girişi : 23 Ekim 2015 10:17

Erzurum'dan umuda yolculuğun hazin hikayesi

Erzurum'dan umuda yolculuğun hazin hikayesi

Bu nasıl uzun  bir geceydi ,sanki hiç sabah olmayacak gibiydi . yastık adeta  taş olmuştu. Bir sağa ,bir sola ne kadar döndüm, Allah bilir.

Yorganı başıma çekip, Şair'in "Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıf ne bilir,Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat" mısrasını hatırladım.

Beynimin içerisindeki düşüncelerin biri gidip, biri geliyordu.

Tekrar,tekrar aynı filmi seyreder  gibi  onların ,yani Afgan sığınmacıların  Erzurum'a ilk geldikleri günleri ,onlarla nasıl tanıştığımı aramızda nasıl bir bağın kurulduğunu, hayal edip duruyordum.

2011 yılının bir kış günüydü, kar yağıyordu ve hava bir hayli soğuktu.

Yolda yürürken, ayaklarında terlik olan , üzerlerinde yazlık kıyafetler bulunan, çoğunluğu  kadın ve çocuklardan oluşan bir guruba rastlamıştım.

Ürkek ve  şaşkın haldeki bu kalabalığın , Afganistan'dan sığınmacı olarak Erzurum'a geldiklerini anlamam çok sürmemişti.

Onlar gibi bende şaşkınlık içerisindeydim .minibüsüme aldığım bu kalabalığı bir ayakkabıcıya götürmekle,ilk vicdani sınavımı vermiştim.

Zamanla ihtiyaçları gibi sayıları da artmıştı.

Vatansızlığın ne demek olduğunu, onlarla tanıştıktan sonra daha iyi anlamıştım.

2011 yılından itibaren  Erzurum da varlıklarını sürdüren bu sığınmacılarla olan ilgim ve yakınlığım, bana şehrin en büyük ailesine sahip olma şansını vermişti.

Yüzlerce torunumun, evladımın ve kardeşlerimin olmasını Allah'ın bir lütfu olarak görmüştüm.

Hepsinin,Romanlara, filmlere konu olabilecek kadar, acı ve keder  dolu ayrı bir hikayesi vardı.

Bir insanın, yaşayabileceği en trajik sahneleri yaşamışlar, Afganistan'dan yola çıkıp, kaçak yollardan İran'a ve oradan Ülkemize gelmişlerdi.

Yaşadıklarından dolayı ,acıyı, açlığı, korkuyu, endişeyi ve yılgınlığı unutmuşlardı.

Tek hedefleri, insanca yaşayacakları bir hayat düzenine kavuşmaktı.

Bu süre zarfında çok aile tanımış, hemen hemen hepsiyle hısım, akraba gibi olmuştum.

Onların, bana" Büyük baba" demeleri, itiraf etmeliyim ki çok hoşuma gitmişti.

Sığınmacı aileler arasında birkaçı vardı ki, bunlara karşı fazla bir yakınlığım ve muhabbetim olmuş, onları kendimden bir parça olarak görmüştüm.

İşte bunlardan biri Afganistan'ın,Herat şehrinden gelen "Cemşidi" ailesiydi.

Afganistan da kocası şehit olan Mehnaz, üç çocuğunu ve iki yeğenini alarak, kaçak yollardan ilk önce İran'a gelmiş,oradan  Urumiye'ye  geçmiş ve  kırk günlük bir maceralı yolculuktan sonra Türkiye'ye ulaşmış.

Kışın yapılan bu yolculukta, ailenin en küçüğü olan, beş yaşındaki Şahap, dağdan yuvarlanmış ve karlar içerisinden mucize kabilinden kurtulmuş.

Onları kışın ortasında, Gölbaşı'nda eski bir evde bulmuştum.

Bir odaya sığınmışlardı ,yatakları ve eşyaları yoktu. buldukları bir battaniyeyi kapıya örterek soğuktan korunmaya çalışıyorlardı.

Zaman içerisinde kendilerini şehir merkezine getirmiş ve bir düzen kurmalarını sağlamıştım.

Çocuklardan Şahap,Tuğba ve Fatma ilk okula giderlerken, ailenin yükünü sırtına alan Ümit, bulduğumuz bir işte çalışmaya başlamış, ailenin diğer oğlu Nüvit ise Hafız olmaya karar vermişti.

Çocuklar, iş yerimin yakınındaki Kurtuluş İlkokuluna gittiklerinden dolayı her gün bana uğruyorlardı.

Kısa sürede Türkçeyi öğrenen bu çocuklar, okulun en iyi öğrencileri olmuşlardı ve gelecekle ilgili güzel hayalleri vardı.

Fatma doktor, Tuğba öğretmen, Şahap ise polis olmak istiyordu

Zamanla ,onlar bizi, bizde onları tanımıştık.

Duygu ve düşüncelerini  yansıtan ve "Canım büyük babam" diye başlayan mektupları, hayatımda gördüğüm en samimi ve en içten  duyguları ifade ediyordu.

Sevgi ve duygu kokan bu mektupları hayatımın en anlamlı hediyeleri olarak saklıyordum.

 Yerli ailelerle yakın dostluklar kurmaları, ırkın,dilin,rengin ve mezhebin, insanın yüceliği karşısında  bir mana ifade etmediğini ne güzelde yansıtıyordu.

Kısa sürede Erzurum kültürüne aşina olmaları çok hoşuma gidiyordu.

Hele, yetim Tuğba'nın "Erzurum yapıları, tırhıçdır kapıları/Hiç aklımdan çıkmıyor, lavaşın kokuları" türküsünü söylemesi, unutulacak gibi değildi.

 Birleşmiş Milletlerin, onları başka bir ülkeye yerleştireceği beklentisiyle  sabırla beklediler ,yıllar gelip geçti.

Hayatın akışı içerisinde  aralarında Yeni yuva kuranlar, psikolojik sıkıntılarla baş edemeyip intihar edenler, üniversiteyi kazananlar, hayatı Erzurum da son bulanlar ile Erzurum da dünyaya gözlerini açanlar oldu.

Vel hasıl her insan gibi kederli ve sevinçli günler yaşadılar.

 İslam coğrafyasının içler acısı halinden dolayı, ülkelerini terk edip ,yeni bir hayat kurmak için yollara düşenlerin sayısı arttıkça, Birleşmiş Milletlerin kendilerini başka bir ülkeye yerleştirme şansıda azalıyordu.

Gelişen bu göç trafiği karşısında onlarda bu kapıdan umutlarını yavaş yavaş kesmeye başlamışlardı.

Çanakkale ve Bodrum'dan botlarla Yunan adalarına kaçan sığınmacıların çoğunlukla ölümle biten yolculukları haberlerde yer alırken bu maceraya Erzurum da ki sığınmacıların da dahil olacakları hiç aklımdan geçmemişti.

Birkaç ay önce kapılarını çaldığım ve hemen hemen her gün görmeye alıştığım Afgan sığınmacıların birden bire ortadan kaybolmalarıyla birlikte, umuda yolculuk kervanına bizimkilerinde katıldığını anlamıştım.

İnsan kaçakçılarının marifetiyle yapılan bu  tehlikeli yolculuk, büyük bir gizlilik içerisinde yürütüldüğünden dolayı, gidenler ,hiç haber vermiyor ve veda etmiyorlardı.

 Gazete ve televizyonlar, botlarla denize açılıp, Ege'nin karanlık sularında boğulan ve can pazarı yaşayan mültecilerin haberleriyle çalkalanıyordu.

Cesedi kıyıya vuran küçük mültecinin fotoğrafı, insanlığın yüzünü kızartsa da bu göç trafiği azalmadan devam ediyordu.

Avrupa'nın, yakın zamanda mültecilere kapılarını kapatacağı yönündeki haberler, göç trafiğini daha da artırmış, artık veda etmeden sessizce kaybolan sığınmacılar, helallik alarak, şehirden ayrılmaya başlamışlardı.

Onlar giderken bana sadece maddi destek sağlamak, dua etmek ve insanlık adına utanmak düşüyordu.

İşte bu göç halkasına Cemşidi ailesinin de katılacağını duyunca, derin bir üzüntü duydum.

Oturduk, konuştuk, çocuklar gitmek istemiyorlardı, aileyi sırtlayan Ümit ise her türlü riske rağmen Avrupa'ya gitmeye kararlıydı.

 İkna çabalarım, hayatın gerçekleri karşısında yeterli olamıyordu. ben de bu durumun farkındaydım.

Çocuklar ,belli ki televizyonda gördükleri haberlerden etkilenmişlerdi dolayısıyla endişeliydiler.

Küçük Tuğba'nın" Bu dünya ne kadar boşmuş" demesi beni derinden etkilemişti.

Biz çocuklarımızı, kuş sütü, kuru üzümle beslerken bu çocukların minicik omuzlarına binen yük, nasıl izah edilebilirdi ki.

"Kader" deyip geçiştirmek, belki de en kolay yoldu.

Bir gün sonra trene binip gideceklerdi, yani meçhule giden bir gemiye binmek üzereydiler.

 Son kez kucaklaşmak ,hasret gidermek için eşimle birlikte evlerine uğradık.

Göz yaşları, göz yaşlarımıza karıştı.

Çok düşündüklerini, Türk vatandaşı olmanın çok zor olduğunu,Birleşmiş Milletlerin kendilerine ümit vermediğini, Avrupa'nın kendileri için son bir şans olduğunu bir kez daha ağlayarak anlattılar.

Hayatın onlara biçtiği rolü üstlenmeden başka çareleri kalmamıştı.

Hüzün içerisindeki Vedalaşmamız oldukça zor oldu .hayal ettikleri bir dünyada yaşamaları için dua etmekten başka söyleyeceğimiz sözümüz kalmamıştı.

Eve dönüp yatağa girince bu düşüncelerle sabahı zor etmiştim.

Onlar, umuda yolculuğa giderlerken, bende arabamın radyosundan dinlediğim" Bu gün benim efkarım var, zarım var/ Değme felek ,değme telime benim ?" türküsü ile güne başlıyordum?



Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.