Son yılları hükümet sisteminin değişmesi, devamında genel ve yerel seçimler, ardından da
seçimlerin tekrarlanması ile geçirirken
Doğu Akdeniz konusu büyük oranda ıskalanmakta.
Daha doğru bir ifadeyle devlet kanadında, dış işleri temaslarında neler olup bittiği kamuoyu nezdinde karanlık bırakılmakta çünkü toplumun gündemini İmamoğlunun Rum olup olmadığı, Yıldırımın bilgisayar mouseunu kullanışı işgal etmekte.
Haliyle dış politikanın en önemli boyutlarından biri olan ve belki de gelecek yüzyıllara şekil verecek Doğu Akdeniz konusu hak etmediği biçimde geri planda kalmakta. Kavram karmaşasını önlemek için belirtmekte fayda var; Doğu Akdeniz Türkiyeye göre bir coğrafi
isimlendirme değil. Bir diğer ifadeyle Doğu Akdeniz derken Avrupa ülkelerinin ve ABDnin doğusu kastedilmekte.
Aksi halde söz konusu Ege adaları yahut Akdeniz sahillerimiz için Türkiye bakımından doğu isimlendirmesini kullanmamız doğru değil.
Mesele tek bir köşe yazısına sığmayacak kadar geniş ve teknik bir nitelik göstermekte. Bunun için bu konuyu da bir seri şeklinde ele alacağız. Serinin ilk yazısında meseleye giriş yapacak olursak; Türk dış işlerinin senelerdir süren ve aslında Yunanistanın arkasındaki bu kadar güce karşılık yine de başarılı olamamasından yola çıkarak Türkiyenin başarılı en azından başarısız olmadığını iddia edebileceğimiz Ege Sorununun ardından denizlere ilişkin bir diğer sorun ise Akdenizde gerçekleştirilmesi planlanan ve bir kısmına başlanmış doğalgaz ve petrol arama ve çıkarma çalışmalarıdır.
Doğu Akdenizdeki siyasal denklemlerin temelinde ise bir uluslararası hukuk terimi olan münhasır ekonomik bölge hususu yer almaktadır. Başta Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi olmak üzere uluslararası hukukun kıyı devletlerinin denizlerinde sahip olduğu
haklara ilişkin belgeleri; esas hattan itibaren 200 deniz milinin ötesine geçemeyecek olan münhasır ekonomik bölgeyi (MEB) tanımlamaktadır.
Buna göre MEB, kıyı devletine denizin üstünde suni ada inşa etmekten denizin altında bilimsel araştırma yapmaya kadar geniş yetkiler tanımakta ve özetle denizlerin sunduğu kaynakların
ekonomik amaçlarla kıyı devletlerince kullanılmasına izin vermektedir. MEBe ilişkin bir diğer önemli husus ise devletlerin ilgili belgelere uygun şekilde bir sınır belirleyerek bu sınırın
içinde kalan alanların onların ekonomik egemenliğinde bulunduğunu ilan etmeleri
gerekliliğidir. Bir diğer ifadeyle; birden fazla kıyı devletinin kabul edeceği 200 deniz mili mesafesinin çakışması ihtimaline karşılık ülkelerin hak iddialarının duyurulma yolu ile aleniyet
kazanması böylece hakların meşru bir zemine oturtulması amaçlanmaktadır.
Bu duyurmadan sonra ise çıkan uyuşmazlıkların hukukun genel kurallarına, hakkaniyete ve barışçıl çözüm yollarına uygun olarak çözülmesi yine bu belgelerde hükme bağlanmış hususlardır.
İşte bu MEBin tanıdığı haklara dayanarak Akdenize kıyısı bulunan Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve dolayısıyla Yunanistan ve İngiltere tarafından Akdenize en uzun kıyısı bulunan Türkiyeye karşılık, Akdeniz parsellenerek Yunanistan ve İngiltereye ek olarak Mısır, İsrail,
Lübnan arasında paylaştırılmakta. Öte yandan ABD, Fransa, İtalya ve Güney Korenin de alana ilişkin coğrafi hakları bulunmamasına karşılık dev şirketleri üzerinden edinecekleri doğalgaz işleme hakları yine Türkiyenin kararı olmaksızın mutabakat sağlanmış konulardan.
Türkiyenin adımları arasında ise ABnin Türkiyenin Doğu Akdenizdeki hamlelerini kınıyoruz tepkisine karşılık AByi kınamamaya davet ediyoruz yahut Doğu Akdenizde Türkiye olmaksızın adım atılamaz gibi tepkilerle karşılaştıkça gelen ve konunun önemi
düşünülünce son derece sönük kalan söylemleri ve Fatih sondaj gemisinden sonra yola çıkan Yavuz sondaj gemisi var. Fakat bu gemilerin araştırma ve sondaj faaliyetleri yürütebileceği alan
şimdilik yukarıda sözünü ettiğimiz ülkelerin Türkiye masada olmaksızın Türkiyeye
biçtikleri parsellerle sınırlı.
Türkiyenin uluslararası hukuk nezdinde haklılığını ortaya koyması için yapması gerekenler ve bu çok boyutlu konunun askeri önemi ve diplomatik boyutu için serinin diğer yazılarında
görüşmek üzere.