Rabîa, Ashâb-ı Suffe'den, yani Mescid-i Nebevî'de yatıp kalkan çok fakir Müslümanlardan biriydi. Görevi Resûl-i Ekrem'e hizmet etmekti. Bütün gün Peygamberimizin yanında bulunur, yatsı namazı kılınıp da herkes evine gittiği andan itibaren vazifesi biterdi. Ama o, gönlünü Peygamber'in eşiğine bağladığı için, belki bana bir hizmet düşer diye kapısından ayrılmazdı. Peygamberimiz bazen "sübhânallah, elhamdülillah", bazen "sübhânallahi ve bihamdih" vb. tesbihatınıdinleyerek oracıkta uyuya kalırdı.
Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz onun bu samimi halinden duygulanarak:
- Rabîa! Dile benden ne dilersin! Buyurdu.
O anda Rabîa'nın aklına bir şey gelmedi. Çünkü onun Allah'ı ve Resûlünü hoşnut etmekten başka bir hesabı yoktu. Ama bu güzel teklifi reddetmeyi de uygun görmedi.
- Düşüneyim de sana bildireyim, YâResûlallah! Dedi.
Sonra da acaba ne istesem, diye kafa yormaya başladı. Bir dünyalık istesem, dünya fâni, yok olup gidecek, rızkım ise ayağıma geliyor ve bana yetiyor. Peygamber aleyhisselâm Allah'ın yanında hatırlı bir insan olduğuna göre, en iyisi ben ahiretle ilgili bir şey isteyeyim, diyerek Resûlullah'ın huzuruna çıktı. Onu gören Peygamberimiz gülümsedi:
- Ne yaptın Rabîa, benden ne isteyeceğine karar verdin mi?Diye sordu.
- Evet, yâResûlallah! DediRabîa. Bana şefaat etmeni, Rabbinin beni cehennemden âzâd etmesini sağlamanı diliyorum.
Doğrusu Rabîa, bir peygamberden istenebilecek en değerli şeyi istemişti. Hz. Peygamber onu takdir etmekle beraber bu konuda birinin yardımını alıp almadığını öğrenmek istedi:
- Bunu sana kim tavsiye etti? Diye sordu. Rabîa:
- Seni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim, bunu bana kimse tavsiye etmedi. Ama sen bana "Dile benden ne dilersin" deyince kendi kendime şöyle düşündüm diyerek aklından geçenleri anlattı.
Rabîa çok güzel bir şey istemişti, ama bu, sadece Peygamber'in dilemesiyle olacak bir şey değildi. İşte bu sebeple Peygamberimiz uzun süre düşündükten sonra Rabîa'ya şunları söyledi:
- Tamam, istediğini yapacağım; ama sen de çok secde ederek bana yardımcı ol! (AhmedİbniHanbel, Müsned, IV, 57, 59).
Âhiretin dünyadan daha önemli olduğunu bilen insan, tıpkı Rabîa gibi dünyanın fânî, âhiretin bâkî olduğunu düşünerek hesabını ona göre yapar. Azalan, tükenen, eskiyen, solan değerlere değil, bitmeyen, her dem tâze kalan güzelliklere gönül verir. Dünyanın kimseye kalmayacağını, dünya malının ise dünyada kalacağını aklından çıkarmaz.
Bu olay, bir gün tebdili kıyafetle gezmeye çıkan Fâtih Sultan Mehmet ile Kapıcı Sinan Çelebi arasında geçen konuşmayı hatırlatıyor:
Fâtih, o gün akşam ezanı okunduktan sonra Unkapanı kapısına gelir. Ama padişahın emri gereğince ezanla birlikte kale kapıları kapanmıştır. Fâtih Sultan kapıyı açtırmak için ne kadar dil dökse de Kapıcı Sinan Çelebi kapıyı açmaz. Sonunda padişah kendini tanıtmak zorunda kalır. İşte o zaman Sinan Çelebi her babayiğidin söyleyemeyeceği sözü söyler:
- "A Hünkârım, kendi töreni yine kendin ne diye bozarsın!" der. Bu, vazifesine sâdık adamın korkup çekinmeden mertçe konuşması padişahı son derece memnun eder ve ona:
- "Sen yavuz er imişsin; padişahın töresine bu kadar sâdık adamlar az bulunur. Dile benden ne dilersin!" diye sorar.
Tıpkı Rabîa gibi hesabını çok iyi bilen ve geçici dünya malı yerine kalıcı âhiretsaadetini tercih eden Sinan Çelebi:
- "Sultanım, benim adıma bir câmi yaptır!" deyiverir. Padişah da onun bu arzusunu yerine getirir.
Evet, İslâm terbiyesiyle yetişen insanlar işte böyle olur. Dünyaya âhireti kazanmak için geldiğini hiçbir zaman unutmaz. Önüne çıkan her fırsatı bu hesaba göre değerlendirir.