Şairin Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında ; yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum mısralarında ifade ettiği gibi, ait olduğum şehrin caddelerinde yürüyorum.
Pandemi yasaklarının esnetilmesinden dolayı etrafta bir hareketlilik göze çarpıyordu.
Yukarı Köşk Camiinin yanından geçerken, caddenin tam ortasında bastonundan aldığı destekle zor yürüyen yaşlı bir amcanın ilk selamıyla güne merhaba dedim. Maskesi takılı olan bu vatandaşımız yasaklara inat Yıkılmadım ayaktayım dercesine yürüyordu.
Şehrin, tek yürüyen merdiveninin önünde yaşlı bir adam ile yanındaki çarşaflı bayanın merdiveni kullanıp kullanmama yönündeki tartışmaları çok ilginçti. Adam merdiveni kullanıp karşıya geçmek isterken, bayan korktuğunu söyleyip merdiveni kullanmak istemiyordu.
Neticede, kadın hâkimiyetinin hissedildiği Erzurumda, kadının dediği oldu ve beraberce yürümeye başladılar.
Günün erken saatleriydi. Karayollarına doğru yürümekteydim. Kepenklerini yeni açmış bir mahalle bakkalından elinde poşetle Suriyeli bir çocuk çıkarken, dükkânın sabit müşterilerinden biriymiş gibi siyah bir kedinin içeriye rahatlıkla girmesi çok hoştu.
Asri Mezarlığa doğru yürürken, kaldırım kenarlarından çıkmış olan papatyalar etrafa huzur veriyordu.
Uzun zamandır papatya görmemiştim. Bu zarif çiçeklerin beton aralarından fışkırması hayatın ipuçlarını yansıtmaktaydı.
Papatyalara bakıp yürürken karşımda duran Topdağı ,beni mazinin derinliklerine doğru götürdü.
Gazi İlkokulunda birinci sınıfı okuduğum dönemlerde öğretmenimizin bizi kıra götürdüğü o güzel günü hatırladım. Kelebekler gibi dağıldığımız Topdağı eteklerinden toplamış olduğum papatyaları öğretmenime verişimi düşünüp çocukluk yıllarımı geçirdiğim Mahallebaşına geldim.
Erzurumun özeti olan bu semt her zaman ilgimi çekmişti.
Bir bakkal dükkânının önünde dinlenip çay içen Alevi vatandaşlarımızla, etrafta gezen puşulu Kürt vatandaşlarımız Farklılıklarımız, zenginliğimizdir sözünü yansıtıyordu.
Seyyar satıcı tablasına dizdiği eşkınları satmakla meşguldü. Başka bir tezgâhta ise çaşır satılmaktaydı.
Tezgâhtan alışveriş yapan bir arkadaşımın ikram olarak verdiği eşkınlar ile sezonun ilk eşkınını yemiş oldum.
Etraf çok renkliydi. Mevsimin ilk meyve ve sebzeleri tezgâhlarda yerini almıştı.
Kaldırımda ise doğacağı günler yakın olan bir köpek rızkını arıyordu. Yakında yavruları olacak bu anneyi görmezlikten gelemezdim.
En yakın bir tavukçu dükkânına girdim ve köpek için biraz tavuk eti alacağımı söyledim.
Dükkândaki sevimli genç, bir torba doldurup verince insanlık adına sevindim.
Köpek, aldığım etleri sanki de çiğnemeden yutuyordu. Göz göze geldik. Birbirimize olan sorumluluklarımızı anlatan bu bakışmadan sonra kulağıma bir davul zurna sesi geldi.
Pandemi ortamında bu sese bir anlam vermediğimden sesin geldiği tarafa yöneldim.
Tahta Hamamın karşısındaki bir kahvehanenin önünde sandalyelere oturmuş bir davulcu ile zurnacı adeta konser veriyorlardı.
Sosyal mesafenin korunmadığı ve maskenin takılmadığı bu ortamdaki neşe görülmeye değerdi.
Ben maskeliydim. Sosyal mesafeye riayet ederek Coronaya veda partisi ismini verdiğim bu keyifli ortamı görüntüledim.
Davulcu tokmağı davula her vurduğunda kadere sitem eden bir türkü söylüyordu. Sesi pek güzel olmasa da Her zaman ağladım. Ne zaman güldüm ? türküsünü öyle içten söylüyordu ki sanki kadere isyan ediyordu.
Tahtacılardan inerken hurda toplayan bir genç ,yanık sesiyle eskiler alacağını bağırıp nasibini arıyordu.
Bu gencin yanından geçerken cep telefonundan Türkiyem şarkısının nağmeleri yankılanıyordu. Bu manzara karşısında ülkemin güzel insanı demekten kendimi alamadım.
Kevelcilerden geçip Cumhuriyet Caddesine geldiğimde etrafta ne sosyal mesafeye uyan, ne de maske takan vardı.
Sanki tehlike geçmiş, her şey eski haline dönmüştü!
Mumcu Caddesine dönüşte, köşe başında maskesi olamayan bir vatandaş elindeki tespihleri satmaya çalışırken onunla pazarlık eden bir güvenlikçinin maskeye değil de, tespihlere odaklanması çok garip geldi.
Karşı köşedeki tartıcı Afgan sığınmacının ise maskeli ve eldivenli olması mesaj verir gibiydi.
Yolumun üzerindeki kahvehaneler genelde yakın köylerden gelenlerin oturduğu yerlerdi. Buralarda ne sosyal mesafeye uyan, ne de maske takan vardı.
Derken, uzun bir yürüyüşün ardından ekmek teknem olan eczaneme geldim.
Maskeli dolaşmaktan dolayı bayağı terlemiş ve susamıştım.
Suyumu içip, yorgunluğumu atmaya uğraşırken gelen bir telefon içimi dağladı.
Aldığım telefon, Afgan sığınmacılardan birinin çalıştığı işyerinde aniden rahatsızlanıp öldüğü ile ilgiliydi.
Üç küçük çocuğu ve eşi ile birlikte umuda yolculuğa çıkan bu garibanın son adresi, Erzurum Abdurrahman Gazi Mezarlığı olmuştu.
Öğleden sonra bu kardeşimizin cenazesini kaldırmak için Asri Mezarlığa gittim. Cenaze arabaları habire gasilhaneye cansız beden taşıyorlardı.
Cenazeler çoğalmıştı Ömer Hayyamın dediği gibi Kimini getirirken, kimini götürüyorlardı ve bu işin sırrını kimseye söylemiyorlardı.
Cenazenin yıkanmasını beklerken yanıma bir vatandaş oturdu. Koltuk değnekleri ile zor yürüyen bu vatandaş ,köyde yaşadığını, düşüp ayağını kırdığını, kız kardeşinin vefat ettiğini söyledi.
Bu vatandaş, karşımızda duran dağın ismini ve üzerindeki yapıların ne olduğunu sordu.
Ben de kendisine nereli olduğunu sordum. Erzurumluyum deyince çok şaşırdım. Dağın isminin Topdağı olduğunu, gördükleri yapılarında Tabyalar olduğunu anlattım.
50 yaşlarındaki bu vatandaşın Tabyaları bilmemesi ve bu mekânları görmemesi üzülecek bir durumdu.
Bu sohbet esnasında cenaze yıkanmıştı ve biz de harika yürüyen cenaze işlemlerinin ardından, bir grup sığınmacıyla birlikte Afgan Alinin cenazesini alıp Abdurrahman Gazi Mezarlığına götürdük.
Kafamdaki düşünceler karmakarışıktı. Alinin cesedi toprağa verilirken ben de ona bakarak Afganistanda doğ! İranı geç! Kaçak yollardan Erzuruma gel ve son nefesini de burada ver diye aklımdan geçirip, bu durumu ancak kader kelimesiyle izah edebiliyoruz diye düşündüm.
Defin işlemleri bitip mezarlıktan dönünce Mahallebaşında ki davulcunun yürekten söylediği Nere gidem kader senin elinden ,kurtulamam kader senin elinden sözler kulağımda yankılanıyordu.