ASAYİŞHaber Girişi : 30 Mayıs 2010 10:39

Çizgiler

Çizgiler

Gün  ağarmıştı.  Yeşiller, sarılar, beyazlar , altından  bir  göletin  içinde  yüzen  balıklar  gibi  parlayarak  neşeli  kırılmalarıyla  doluyorlar  misafirhanedeki  odama.

Bütün  pencereleri  açmıştım.

Bitişiğimde  bulunan  Karacaahmet  mezarlığındaki  menekşeler, gardenyalar, açelyalar, leylaklar, kocaman  boylarıyla  adeta  mezarlığa  hükümranlık  yapan  yüzlerce  serviler, yaz  ayının  peri  kızları  gibi  gizli  bir  müzikle  kımıldanıyorlar.

Çayımı  koydum.

İnternetten  günün  haberlerini  bir  bir  okudum.

Memleket  sanki, bir  yaz  günü  cıvıltılı  bir  sahilde  parkasına  sıkıca  sarılmış  oturan  üşüyen  bir  adama  benziyordu, sıkıcıydı.

Demli  bir  çay  daha  koydum  ve  dışarı  çıkmadan  önce  her  gün  yaptığım  bir  eylemi  yeniden  gerçekleştirdim…

Aynaya  bakmıştım .

Suretimi  değil, siretimi  düşünüyordum.

Eğer  arada  bir   sadece  bir  kez  aynaya  bakmamıza  ve  siretimizi  düşünmemize  fırsat  tanısaydık her  baktığımızda  orada  yeni  çizgilerle  birlikte  bizi  şaşırtan  değişiklikler  görecektik.

Bakışlarımızda, ifademizde, yüzümüzün  solan  ya  da  artan  ışığında  meydana  gelen  farklılıkları  keşfedecektik.

Yaşadıklarımızın  yüzümüzde  bıraktığı  izleri  belki  de  teker  teker  tanıyacaktık.

Ameliyat  olmuş  ve  iyileşmiş  bir  adamın  her  yara  izini  görüşünde  o  anını  hatırladığı  gibi  olacaktık.

Yüzümüzün  kenarına  eklenmiş  şu  ince  çizgide  bizi  üzmüş  bir  olayı, dudağımızın  kenarındaki  derinleşen  şu  kıvrımda  bir  sevinci  yakalayacaktık.

Koca  bir  ömür  yansıyacaktı  aynaya  yüzümüzle  birlikte.

Eğer  aynaya  arada  bir  suretimizle  değil  de  siretimizle  baksaydık…

Belki  de  unutmak  mümkün  olmayacaktı.

Hatırlamadığımız, hatırlamadığımızı  sandığımız, hatırlamak  istemediğimiz  nice  olay, orada, yeni  çizgilerin  arasında  taptaze,  hiç  dokunulmamış  olarak  karşımıza  çıkacaktı.

Bakışlarımız  yaşananlarla  değişmiş  olacaktı.

Ve, biz  onların  neleri  değiştirebileceklerini  bilecektik.

Unutmayacaktık.

Hatırlayacaktık.

İstisnasız  her  şeyi…

Bir  hayatı  hayat  yapan  bütün  duygular, bir  gün  arandıklarında  rahatça  bulunsunlar  diye  arkalarında  işaretler  bırakan  seyyahlar  gibi  incecik  çizgilerden  oluşan  bir  harita  bırakacaklardı  yüzümüze.

Bütün  sevgilerimiz, bütün  aşklarımız, bütün  ihtiraslarımız, kendi  hikayelerini  anlatmak  için  buruşmuş  bir  eski  zaman  parşömeni  gibi  kullanmış  olacaklardı  yüzümüzü.

Bütün  zaaflarımız  çizgilerden  bir  ışığın  aydınlığında  görünür  olacaklardı.

Ey  otuz  dört  yaşındaki  yolun  yarısına  erişmiş  kişi!

Yüzünden  korkacak  mısın  acaba?

Yeniden  bakmak  isteyecek  misin?

Yoksa  bütün  yaşadıklarını  içine  koyduğun  bir  define  sandığı  gibi  en  değerli  varlığın  diye  mi  bakacaksın  ona?

O  zaman  belki  yüzümüz  yalnızca  bir  yüz  olmayacaktı.

Bütün  hayatımız  olacaktı.

Bakacak  ve  görecektik.

Defalarca  görmek  istediklerimiz  ve  asla  görmek  istemediklerimiz  bir  arada, birbirine  eklenen  çizgilerde  yan  yana  duracaklardı.

O  çizgiler, kahkahalara, gözyaşlarına, fısıltılara, inlemelere  ve  çığlıklara  dönüşecekti.

Eğer  aynaya  arada  bir  bakabilseydik.

Yüzümüzde  bir  iz  bırakan  nice  ses, ışıkların  içinde  canlanacak  ve  biz  onları  kendi  yüzümüze  bakarak  dinleyecektik.

Bazı  sesler  bizi  hoşnutlukla  gülümsetecek, bazıları  yağmur  bulutları  gibi  gri  ve  ıslak  aydınlıklarıyla  gözlerimizde  dolaşacaktı.

Yaptığımız  hatalar…

Üzüntülerimiz  ve  üzdüklerimiz…

Hepsi  aynada  olacaktı.

Günahlarımızı  görecektik…

Başkalarının  yüzüne  bıraktığımız  çizgilerden  bize  yansıyanlar.

Onların  gözyaşları…

Seslerindeki  keder…

Onların  da  bizim  çizgilerimize  eklendiğini  ve  bazı  çizgilerin  bir  başka  yüzden  bize  doğru  tek  bir  resimmişiz  gibi  hiç  kesiksiz  çizildiğini  anlayacaktık.

Günahlarımızın  çizgilerine  dikkatle  bakacak…

Ve , şaşıracaktık.

Korkacaktık.

Günahlarımızdan  ve  kendimizden  korkmamız  gerektiğini  hissedecektik.

Ve, o  kadar  çok  zaafımız  varken  başkalarının  zaaflarına  gösterdiğimiz  hoşgörüsüz  aşağılamayı, yaptığımız  bu  büyük  haksızlığı  anlayacaktık.

Belki  o zaman  başkalarına  duyduğumuz  nice  öfke  yatışacaktı.

Kendi  yüzümüzde, kendi  çizgilerimizden  başkalarına  ne  kadar  benzediğimizi, bizi  diğer  bütün  insanlarla  ortak  kılan  şeyin  zayıflıklarımızın  olduğunu, bütün  varlığımızla  bu  gerçeği  reddetmeye  çalışarak  fark  edecektik.

İşte  o  zaman  belki  de  düşünecektik…

Ve  diyecektik  ki, insan  kendi  zaafıyla  utanır  ancak.

Başkalarınınkine  sadece  öfkelenir.

Yüzümüz  söylerdi  bunu  bize.

Çizgilerimiz  söylerdi.

Eğer  arada  bir  sadece  bir  kez  bakabilseydik  yüzümüze, bütün  bir  ömür  boyunca  bize  göstermeden.

Şefkat  isteyene  vermediğimiz  şefkat, anlayış  isteyenden  esirgediğimiz  sevecenlik, kederinin  paylaşılmasını  isteyene  açılmayan  kapılarımız…

Hep  bizi  üzenleri  hatırlarken,  üzdüklerimizin  hatırlamadığımızı  sandığımız  ıstırapları  da  çizgilerimizin  arasında  göstereceklerdi  bize  kendilerini.

Eğer  aynaya  arada  bir  yalnızca  bir  kez  bakabilseydik…

Bütün  bunları  düşünerek  kendimi  caddeye  atmıştım.

Bana  her  gece  arkadaşlık  eden  ebedi  Karacaahmet’lilere  durmadan  selam  veriyordum.

Caddenin  sesi  bile  değişmişti  sanki, herkes  yüzünü  saklıyordu  adeta…

Düşündüklerimi  mi  hissetmişlerdi  acaba?

Ve  birbirlerine  seslenen  öğrencilerin, aşklarını  görselleştirerek  sarmaş  dolaş  yürüyen  gençlerin, araba  kornalarının, mezarlığın  köşesinde  satış  yapan  Romen  çiçekçilerin, sabah  börekçilerinin, simitçilerin, eskicilerin  seslerinde, Üsküdar’ı  saran  büyük  bir  müzikalin  ortak  şarkısını  dinleyerek  Kuruçeşme’ye  doğru  ilerliyordum.

Ve  aynada  gördüğüm  çizgilerimi  düşünüyordum…

Abdurrahman  KARAL

Fikir  ve  düşünceleriniz  için

[email protected]