Gün ağarmıştı. Yeşiller, sarılar, beyazlar , altından bir göletin içinde yüzen balıklar gibi parlayarak neşeli kırılmalarıyla doluyorlar misafirhanedeki odama.
Bütün pencereleri açmıştım.
Bitişiğimde bulunan Karacaahmet mezarlığındaki menekşeler, gardenyalar, açelyalar, leylaklar, kocaman boylarıyla adeta mezarlığa hükümranlık yapan yüzlerce serviler, yaz ayının peri kızları gibi gizli bir müzikle kımıldanıyorlar.
Çayımı koydum.
İnternetten günün haberlerini bir bir okudum.
Memleket sanki, bir yaz günü cıvıltılı bir sahilde parkasına sıkıca sarılmış oturan üşüyen bir adama benziyordu, sıkıcıydı.
Demli bir çay daha koydum ve dışarı çıkmadan önce her gün yaptığım bir eylemi yeniden gerçekleştirdim…
Aynaya bakmıştım .
Suretimi değil, siretimi düşünüyordum.
Eğer arada bir sadece bir kez aynaya bakmamıza ve siretimizi düşünmemize fırsat tanısaydık her baktığımızda orada yeni çizgilerle birlikte bizi şaşırtan değişiklikler görecektik.
Bakışlarımızda, ifademizde, yüzümüzün solan ya da artan ışığında meydana gelen farklılıkları keşfedecektik.
Yaşadıklarımızın yüzümüzde bıraktığı izleri belki de teker teker tanıyacaktık.
Ameliyat olmuş ve iyileşmiş bir adamın her yara izini görüşünde o anını hatırladığı gibi olacaktık.
Yüzümüzün kenarına eklenmiş şu ince çizgide bizi üzmüş bir olayı, dudağımızın kenarındaki derinleşen şu kıvrımda bir sevinci yakalayacaktık.
Koca bir ömür yansıyacaktı aynaya yüzümüzle birlikte.
Eğer aynaya arada bir suretimizle değil de siretimizle baksaydık…
Belki de unutmak mümkün olmayacaktı.
Hatırlamadığımız, hatırlamadığımızı sandığımız, hatırlamak istemediğimiz nice olay, orada, yeni çizgilerin arasında taptaze, hiç dokunulmamış olarak karşımıza çıkacaktı.
Bakışlarımız yaşananlarla değişmiş olacaktı.
Ve, biz onların neleri değiştirebileceklerini bilecektik.
Unutmayacaktık.
Hatırlayacaktık.
İstisnasız her şeyi…
Bir hayatı hayat yapan bütün duygular, bir gün arandıklarında rahatça bulunsunlar diye arkalarında işaretler bırakan seyyahlar gibi incecik çizgilerden oluşan bir harita bırakacaklardı yüzümüze.
Bütün sevgilerimiz, bütün aşklarımız, bütün ihtiraslarımız, kendi hikayelerini anlatmak için buruşmuş bir eski zaman parşömeni gibi kullanmış olacaklardı yüzümüzü.
Bütün zaaflarımız çizgilerden bir ışığın aydınlığında görünür olacaklardı.
Ey otuz dört yaşındaki yolun yarısına erişmiş kişi!
Yüzünden korkacak mısın acaba?
Yeniden bakmak isteyecek misin?
Yoksa bütün yaşadıklarını içine koyduğun bir define sandığı gibi en değerli varlığın diye mi bakacaksın ona?
O zaman belki yüzümüz yalnızca bir yüz olmayacaktı.
Bütün hayatımız olacaktı.
Bakacak ve görecektik.
Defalarca görmek istediklerimiz ve asla görmek istemediklerimiz bir arada, birbirine eklenen çizgilerde yan yana duracaklardı.
O çizgiler, kahkahalara, gözyaşlarına, fısıltılara, inlemelere ve çığlıklara dönüşecekti.
Eğer aynaya arada bir bakabilseydik.
Yüzümüzde bir iz bırakan nice ses, ışıkların içinde canlanacak ve biz onları kendi yüzümüze bakarak dinleyecektik.
Bazı sesler bizi hoşnutlukla gülümsetecek, bazıları yağmur bulutları gibi gri ve ıslak aydınlıklarıyla gözlerimizde dolaşacaktı.
Yaptığımız hatalar…
Üzüntülerimiz ve üzdüklerimiz…
Hepsi aynada olacaktı.
Günahlarımızı görecektik…
Başkalarının yüzüne bıraktığımız çizgilerden bize yansıyanlar.
Onların gözyaşları…
Seslerindeki keder…
Onların da bizim çizgilerimize eklendiğini ve bazı çizgilerin bir başka yüzden bize doğru tek bir resimmişiz gibi hiç kesiksiz çizildiğini anlayacaktık.
Günahlarımızın çizgilerine dikkatle bakacak…
Ve , şaşıracaktık.
Korkacaktık.
Günahlarımızdan ve kendimizden korkmamız gerektiğini hissedecektik.
Ve, o kadar çok zaafımız varken başkalarının zaaflarına gösterdiğimiz hoşgörüsüz aşağılamayı, yaptığımız bu büyük haksızlığı anlayacaktık.
Belki o zaman başkalarına duyduğumuz nice öfke yatışacaktı.
Kendi yüzümüzde, kendi çizgilerimizden başkalarına ne kadar benzediğimizi, bizi diğer bütün insanlarla ortak kılan şeyin zayıflıklarımızın olduğunu, bütün varlığımızla bu gerçeği reddetmeye çalışarak fark edecektik.
İşte o zaman belki de düşünecektik…
Ve diyecektik ki, insan kendi zaafıyla utanır ancak.
Başkalarınınkine sadece öfkelenir.
Yüzümüz söylerdi bunu bize.
Çizgilerimiz söylerdi.
Eğer arada bir sadece bir kez bakabilseydik yüzümüze, bütün bir ömür boyunca bize göstermeden.
Şefkat isteyene vermediğimiz şefkat, anlayış isteyenden esirgediğimiz sevecenlik, kederinin paylaşılmasını isteyene açılmayan kapılarımız…
Hep bizi üzenleri hatırlarken, üzdüklerimizin hatırlamadığımızı sandığımız ıstırapları da çizgilerimizin arasında göstereceklerdi bize kendilerini.
Eğer aynaya arada bir yalnızca bir kez bakabilseydik…
Bütün bunları düşünerek kendimi caddeye atmıştım.
Bana her gece arkadaşlık eden ebedi Karacaahmet’lilere durmadan selam veriyordum.
Caddenin sesi bile değişmişti sanki, herkes yüzünü saklıyordu adeta…
Düşündüklerimi mi hissetmişlerdi acaba?
Ve birbirlerine seslenen öğrencilerin, aşklarını görselleştirerek sarmaş dolaş yürüyen gençlerin, araba kornalarının, mezarlığın köşesinde satış yapan Romen çiçekçilerin, sabah börekçilerinin, simitçilerin, eskicilerin seslerinde, Üsküdar’ı saran büyük bir müzikalin ortak şarkısını dinleyerek Kuruçeşme’ye doğru ilerliyordum.
Ve aynada gördüğüm çizgilerimi düşünüyordum…
Abdurrahman KARAL
Fikir ve düşünceleriniz için