Eskiler "mezar taşıyla iftihar olunmaz" demesine demişler de, ama bu öyle sıradan bir mezar ve sıradan bir taş değil ki, görmezden gelesiniz, bakmadan gidesiniz.
Bu, tam da şairin dediği gibi " vatan kalbinin attığı bir yerdir"
Çünkü bu, Çanakkale’dir; yani bütün bir milletin hürriyet aşkını kana kana yaşadığı bir yerdir.
Bedelini, atalarımızın can’la, kan’la, ölüm’le ödediği bir yerdir...
Bu, alev alev yanan vatandan geriye kalan küllerden bir milletin iman ve cesaretle kendini yeniden yarattığı bir yerdir.
Çünkü bu, Çanakkale’dir; yani dünya var oldukça unutulmayacak bir destandır.
Bu, Anadolu’dur.
Bu, bu milletin İslam suyu ile bilenmiş bileğidir, yüreğidir.
Bu, en zalim emperyalistlerin ve de onların işbirlikçilerinin çağlar boyu unutamayacakları bir derstir.
Çünkü bu, Çanakkale’dir; yani bugünkü hürriyetimizin temellerinin atıldığı belde-i mukaddestir.
Böyle olmasaydı hiç merhum Akif, mübarek kanlarıyla on binlerce dönümlük savaş alanını sulayan Mehmetçik için "Ancak Bedrin arslanları bu kadar şanlı idi" der miydi?
ANADOLU JET VESİLE OLDU
Bu hafta başında Anadolu Jet’in, Ankara-Çanakkale uçak seferlerini başlatması münasebetiyle, Çanakkale’deydik.
Defalarca niyetlenmiş olmama rağmen bir türlü Çanakkale’ye gidememiştim.
Oysa Çanakkale’ye gitmek her insanımızın aslında bir vatan borcudur.
Orayı görmeden...
Oradaki kabirleri, abideleri, anıtları, mevzileri, tabyaları, siperleri, kanlı dereyi, Conk Bayırı’nı, Settülbahir’i, Arıburnu’nu ve yedi düvelden oluşan itilaf devletlerine geçit vermeyen Boğaz’ı görmeden, Çanakkale’yi anlamak için ya Akif olacaksınız ya da gidip göreceksiniz...
Bu sebeple ben de Anadolu Jet’in davetini anında kabul ettim ve bu vesileyle yıllardır görmeyi istediğim Çanakkale’ye seve seve gittim.
Erzurum’dan 35 kişilik bir heyetle yola çıktık.
Kafile başkanımız THY Erzurum Müdürü Mehmet Akkaya idi.
Kafilemizin çoğunluğu öğrenci kardeşlerimizden oluşuyordu.
Bu öğrencilerin tespitinde iki noktaya önem verilmiş:
Bir; daha önce Çanakkale’ye gitmemiş olmak. İki; daha önce uçağa binmemiş olmak...
Kafilemizde kıymetli meslektaşlarım da vardı.
Doğan Haber Ajansı’ndan Kadir Sabuncuoğlu, TRT Erzurum Radyosu’ndan Feridun Fazıl Özsoy, Pusula gazetesinden Salih Tekin ve Kardelen TV’den Onur Sağsöz...
Sabah altı otuzda Erzurum’dan Ankara’ya, sekiz otuzda da Ankara’dan Çanakkale’ye uçtuk.
Bu öyle sıradan bir uçuş değildi. Çünkü Çanakkale’ye Anadolu Jet’in ilk yolcu uçağıydı.
THY, son on yılda çıtayı öyle bir yükseltti ki, eskiden deselerdi ki, filan yere uçak gelip gidecek kimsenin inanmayacağı şehirlerde artık birbirinden modern hava alanları var ve düzenli uçak seferleri yapılıyor.
Çanakkale de işte bu illerimizden biri...
Ankara’dan kalkan uçağımız tam bir saat sonra Çanakkale’ye indiğinde muhteşem bir görüntüyle karşılaştık.
Alanda renkli ve coşkulu bir törenle bizleri karşıladılar ve ilk yolcuların boyunlarına güller ve karanfillerden oluşan gerdanlıklar taktılar.
Herkes heyecanlıydı, öyle ya Çanakkale artık Ankara’ya hiç de uzak olmayacaktı.
Anadolu Jet Bölgesel Uçuşlar Başkanı İbrahim Doğan genç yaşına rağmen öylesine olgun ve kibar bir yöneticiydi ki, yolculuğumuz süresince öğrenci yavrularımızı bir an olsun yalnız bırakmadı.
Her şey çok güzeldi. Çanakkale Ticaret Odası’nın samimi evsahipliği, hediyeler, ilgi ve misafirperverlik...
Ama Erzurum’dan oraya giden kafilemizin asıl beklentisi bu değildi. Bizler bir an önce törenin bitmesini ve hiç vakit geçirmeden Eceabat’a geçmek istiyorduk.
Akif, görmediği Çanakkale’yi öyle bir tasvir etmişti ki, hepimiz merak içindeydik; neydi o Çanakkale...
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Önümüzdeki yıl Çanakkale Destanı’nın yüzüncü yılı...
Aradan geçen bir asra rağmen, ne Avrupalı’nın bize bakışı değişmiş ne de talihimizin kara yazgızı...
Rehberimiz uyarıyor:
"Burada bir metrakare toprak parçası bile boş değil. Gördüğünüz dört bir yan ecdadımızın kemikleriyle dolu."
Yani tam da merhum Akif’in dediği gibi...
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Öyle de olmuş hakikaten; arslan Mehmetçik sadece gülmüş ve elinde her türlü gelişmiş silaha rağmen ölüm kusan emperyalistlere Çanakkale Boğazını mezar etmiş.
Rehberimiz anlatıyor, "şu gördüğünüz anıtın yapımına 1940’da başlandı ama ta 60’ta bitebildi. Çünkü işi üstlenen müteahhit anıtın yapımında yolsuzluk yaptı ve paraları cebe indirdi. Müteahhit bırakıp kaçınca anıtın tamamlanması için halk yardım yaptı. Kadınlarımız kızlarımız bileziklerini, nişan yüzüklerini verdiler. Çocuklar kumbaralarını açtılar. Bu anıt ancak bu sayede tamamlanabildi."
Ne garip değil mi...
Birazcık araştırdım, anıtın parasını cebe indiren o müteahhit o günkü CHP’nin önde gelen isimlerinden biriymiş.
Şayet AK Parti o yıllarda olmuş olsaydı, paralelciler "hırsız müteahhit AK Partili" diyeceklerdi.
Belli mi olur belki de montaj yaparlar!
253 bin vatan evladının can verdiği topraklardayız ve yere basmaktan çekiniyoruz.
Başınızı hangi yana çevirirseniz çevirin mutlaka şanlı ecdadımızın muhteşem hatırasıyla karşılaşıyorsunuz.
Tıpkı Seyit Onbaşı gibi...
Hani şu 215 kiloluk mermiyi topun ağzına sürüp düşman gemilerinin helak olmasına sebep olan mübarek ecdadımız Seyit Onbaşı...
Onlar öyle büyüktüler ve öylesine Allah dostuydular ki, Akif’in dediği gibi yoldaşları Peygamber’di.
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Metrekareye dört bin merminin düştüğü topraklardaydık.
Aç yatıp aç uyanan ecdadımızın hürriyet ve istiklal uğruna canlarını bıraktıkları aziz vatan parçasındaydık...
Biz bugün özgür bir vatanda yaşayalım diye, namusumuza halel gelmesin diye kendi kanlarını oluk oluk akıtan Anadolu insanının bedel ödediği topraklardaydık...
Bu, Çanakkale; yani dirilişin adı...
İsimlerini bilelim bilmeyelim hiç farketmez...
Bütün şehitlerimizin önünde saygıyla eğildik ve Fatiha okuduk.
Şükranlarımızı arzettik.
Siz olmasaydınız biz olmayacaktık, dedik.
Aynı gün sabaha karşı evlerimize döndüğümüzde hepimizin yüreğini kapsayan uhrevi bir huzur vardı.
Onlar bu vatanı bize bırakabilmek için ağır bir bedel ödemişlerdi. Biz ise sadece onların hatıralarını yadedebiliyoruz.
İnşallah ruz-ı mahşerde bizden davacı olmazlar.
İnşallah, "Nedir bu paralel rezalet, siz aklınızı mı yitirdiniz? Siz zannediyor musunuz ki, bu son Türk devletini kendi ellerinizle yıkarsanız size yeniden devlet kurdururlar, yeniden vatan edinirsiniz" diye sormazlar...
Ve şöyle devam etmezler:
"Biz, siz devletin içinde devlet kurasınız ve devletinizin bütün sırlarını elin gavurlarına satasınız diye mi canlarımızı Çanakkale’de bıraktık? Biz de bilirdik gülüp oynamayı, ama yapamazdık. Çünkü vatan elden gidiyordu ve din-i mubin ayaklar altına alınıyordu."
Çanakkale Destanı’nı atalarımız yüz yıl önce yazdılar. Fakat bugün ülkemiz öyle büyük kumpaslarla karşı karşıya ki Seyit Onbaşı mezarından kalkıp baksa "yazık, size yazık" der.
"Bizim davamız öyle büyük öyle büyük ki, Türkiye o büyüklük içinde ancak kurşun kalemin ucu kadar bir hacme sahip" diyen paralel yapının olduğu bir Türkiye’deyiz...
Artık Akif’imiz de yok ne yazık...
Ve fakat şükrolsun ki hala feraset ve iman sahibi bir milletimiz var.
Yoksa yarınlarımız karanlık olacaktı ve gecelerimiz Bahtiyar Vahapzade’nin dediği gibi zulme gebe kalacaktı.
Çanakkale’de gencecik bedenlerini toprağa teslim eden büyük ecdadımız...
Yattığınız yerde rahat uyuyunuz. Evet; bugün için ülkemizde Paralel yapı denilen bir hainler ordusu var ve bu hainler yurdu satmak için çırpınıp duruyor.
Müsterih olunuz...
Bu ülkede hala sizin davanıza inanmış ve sizin yolunuzda mücadele eden vatan evlatları çoğunlukta...
Siz o sırtlarda huzur içinde uyuyasınız diye, paralelcilere rağmen Allah yolunda koşan neferler var...
Başta Mustafa Kemal olmak üzere, yüz yıl önce o cephede bu vatanın istiklali uğruna savaşan ve sonunda canlarından olan ecdadımızı rahmet ve şükranla anıyorum.
Sesim onlara ulaşır mı ulaşmaz mı bilemem...
Lakin arzu halim şudur:
Ey şanlı ecdadımız, ey mübarek neferler...
Siz kendi çağınızda kendi mükellefiyetlerinizi ziyadesiyle ifa ettiniz. Şimdi sıra bizde...
Huzur içinde olunuz. Siz bu vatanı sokakta bulmamıştınız ve bize bırakırken de misliyle bedel ödediniz. Biz de bizden sonrakilere emanet ederken tıpkı sizin yaptığınızı yapmaya hazırız.
Son sözüm şudur:
İnşallah Allah-u Teala sizlerin hürmetine bize de nusret eyler .
(Amin)