Büyük şeyleri görüp, burnunun dibindeki küçük şeyleri görmeme haline, "hipermetropi" deniliyormuş.
Sözcü'de Yılmaz Özdil yazdı. Bilimsel adı, " hipermetropi" demek olan bu bireysel ya da toplumsal "körlük",öyle bir illetmiş ki, icabında dünyanın en iyi üniversitesinde en iyi eğitimi alan bir kişi de bu "hastalığın" pençesine düşebiliyormuş, en eğitimsizi de
Bu "illetin" en yıkıcı yanı ise, hastalığın ferdi plandan çıkıp, toplumsal seviyeye ulaşması... Hal böyle olunca da, misal; bir iş görüşmesinde, mülakatı yapan kişi size,"İsminiz nedir?" diye sorduğunda, "Bu kadar basit bir soru olmaz, mutlaka bu sorunun zamirinde bir derinlik vardır" şeklinde düşünen insanların sayısı katlanarak artıyor.
Yılmaz Özdilin de yazdığı gibi bu semptomların en sık görüldüğü kronik vakalara da televizyonlardaki yarışma programlarında rastlanılıyor.
Bilimsel adına, " hipermetropi " denilen bu hastalık,aslında günümüz dünyasına mahsus bir hal değil. İnsanoğlunun yaratılmasından buyana hep var. Aksi geçerli olsaydı, insanlık tarihi hiç bu kadar büyük trajediye sahne olur muydu?
Malumunuz, edebiyatta hayvanları konuşturma sanatına "Fabl" denilmektedir.
Batı'dan gelen bir kavram. Oysa bizim tarihimizde ve kültürümüzde de bi hayli seçkin örnekleri bulunan bir sanat biçimidir. Misal; Mevlana bu sanatı en iyi kullanan usta isimlerden biridir.
Mevlana, Mesnevi'de bir baykuş ile güvercini konuştururken, tam da Yılmaz Özdil'in kaleme aldığı bu körlüğe işaret etmektedir.
Yani çalıyı görüp, ağacı görememek...
Mevlana baykuş ve güvercinin ağzından bakın ne güzel anlatıyor bu marazi durumu...
"Gökyüzünde baykuşla güvercin karşılaştılar. Baykuş güvercine dedi ki, 'biliyor musun benim gözlerim öyle keskin öyle keskindir ki, bak şu ağacın dibindeki buğday tanesini buradan görebiliyorum'
Güvercin hayretler içinde kaldı. 'Nasıl dedi, ben ancak ağacı güç bela görüyorum, ama sen bir buğday tanesini görüyorum diyorsun.' Baykuş,güvercine çıkıştı, 'anlaşılan sen bana inanmadın, madem öyle haydi beraber inelim gözlerinle gör de inan.' Bunun üzerine iki arkadaş süzülerek semadan yere indi ve doğruca o ağacın olduğu yere kondular.
Konar konmaz, baykuş, avcıların önceden kurduğu tuzağa düştü. Bu durumu gören güvercin, baykuşa seslendi. Dedi ki, 'Keşke topraktaki buğday tanesini göreceğine burnunun dibine kurulmuş olan kocaman tuzağı görebilseydin.'
Usta gazeteci Rauf Tamer yazmıştı. Eskiden sirklerde cambaz seyretmeye giden gariban kesim ağzı açık ipteki cambazı hayranlıkla izlerken,tam arkasında konuşlanmış olan cepçiler tarafından soyulurdu da haberleri olmazdı. Çok nadiren biri huylanacak olduğunda da, cepçi kulağına fısıldardı,"cambaza bak cambaza!"
O kadar çok cambaza bak cambaza dediler ki günün sonunda, herkes "adın nedir" diye sorulduğunda bile "joker hakkımı kullanmak istiyorum" demeye başladı!
"Çin Seddi hangi ülkede?" sorusuna, şıklar arasındaki Çin'i işaretlemeyen o hanım kızımız esasında bilmediğinden değil de,büyüklerinin, "sen büyük resme bak" telkinlerinin sonucu olarak, en gerçekçi şeyleri ıskalamış.
Büyük resim şu:
"Soru sorma, araştırma, inceleme, itiraz etme, çatışma, biat et"
Günümüz insanı değil mi ki, kendi halis amellerinin sonucu değil de, ancak şeyhinin ya da hocaefendisinin şefaati ve himmetiyle cennete gidebileceğine inanmış ve iman etmiş!
Bu insan, burnunun dibindeki tuzağı göremediğine göre, elbette ki "Adın nedir?" diye sorulduğunda da, "joker hakkımı kullanmak istiyorum" diyecektir!
Sümüklünün mırdar donu ve fanilasına Kabe örtüsü muamelesi yapan bir irade, tıpkı Mevlana'nın anlattığı hikayede olduğu gibi o baykuş kadar kör ve basiretsizdir.
Kapana düşmelerine rağmen hala göklerden bir elin uzanıp onları zindanlardan çıkaracağına ve o elin de Hocaefendi olduğuna inanıyorlar!
Bu amentünün geçer akçe olduğu bir toplumda, üniversite mezunu bir kızımızın Çin Seddi'nin hangi ülkede olduğunu bilmemesi, hiç de şaşırılacak bir durum değil ki...