Dinleyecek kulaklar bulabilsem, şu cümleyi uyandırıcı çalar saat duyarlılığı ve kararlılığı ile her şafak vakti haykırırım:
- Bugün ne yapıyoruz, hanımefendiler, beyefendiler!
***
Bu sual, ilahi kaynaktan süzülüp gelen “Bugün Allah için ne yaptın” okkalı ikazının dünyevileştirilmişidir.
Ve her ikisinin de ihmali, telafisi imkânsız sonuçlar doğurur.
Öyleyse neymiş?
Her sabah, her seher uyandığımızda bu iki suali önce kendimize, sonra aile fertlerimize, sonra herkese gülümseyen bir yüzle soracağız.
Akşam başımızı yastığa koymadan, bu sefer; ‘ne yaptın’ versiyonu gelecek gündemimize…
Bugün Allah için, devletin için, milletin için, kurumun için, şehrin için ne yaptın?
Alacağımız cevap, kat ettiğimiz mesafenin ta kendisidir.
***
Tarih bilinci, gelecek planlamasının su basmanıdır.
Mazideki değerlere sahip çıkmak; atalardan, dedelerden kopma soysuzluğuna düşmemek şuurlu nesillerin bariz vasfıdır, evet…
Amma bir şartla…
Geçmiş, mani ve mânia olmayacak...
Bizi ileriye doğru fırlatan füze rampası, manivela olacak…
Şu sözü çok severim.
Geçmiş ve geleceğe demir kapılar örün, bugüne odaklanın.
Bu elbette geçmişi inkâr, geleceği boş verme değil. İzaha çalıştık.
Özellikle idarecilerin, bürokratların, iş ve eylem insanlarının bugünü ıskalamaması başarının ilk şartıdır.
Sabah uyandık, bugün ne yapacağımızı biliyor muyuz?
Şahsen ve kurumlar olarak.
Hedeflerimiz belli mi?
***
İdareciler için söylüyorum.
Bu, minik günlük iş ve eylem plancığı; “bugün hangi kameraya nasıl poz vereceğim; hangi mikrofona ne konuşacağım’ beyanat kalkınmacılığı uyanıklığından evladır!
***
Yoldaki ufak bir taşı, kayayı kaldırmak mesela,
Bir vatandaşın hayatını kolaylaştıracak küçük bir iş.
Yani; az laf, çok iş!
Büyük adamlarım büyük hayalleri vardır.
Bunu gerçekleştirmeye küçük küçük büyük adımlarla başlarlar!
***
Hikâyeyi tam hatırlayamazsam kusura bakmayınız.
Bir hanın bahçesinde, bilge kişiler toplanmış hararetle tartışıyorlardı.
“Devenin kaç dişi” var?
Saatlerce sürdü bu tartışma.
Hancı olayın farkında ya…
Yaklaşıp, kerli ferli zatlara utanarak, sıkılarak sordu:
“Efendiler, saatlerdir böyle hararetle neyi tartışıyorsunuz?”
“Meşgul etme bizi cahil hancı, sen anlamazsın, devenin kaç dişi var, onu tartışıyoruz!”
“A efendiler, bunun tartışılacak nesi var, kalkıp saysanıza!”
“Bre cahil, çekil git başımızdan, şuracıkta ağız tadıyla felsefe yapmamıza mani oluyorsun!”
***
Yıllardır yazıp çiziyorum.
Geçenlerde arşivimi taradım.
Birden kendimi “Devenin kaç dişi var?” felsefecilerine benzettim.
Hep söz, hep tartışma, hep olmalı, yapmalı, etmeli temennileri.
İşin kötüsü bu konuda yalnız değilim.
Şöyle bir kıpırdasa, devenin dişlerini iki dakikada sayacak nice kişi…
Süslü beyanatların sihirli cazibesine kapılmış gidiyoruz.
***
Baktım Napolyon, ellerini arkasına atmış tarih sayfalarından haykırıyor:
Aksiyon, Aksiyon, Aksiyon!
Biraz utanmadım desem yalan olur, benim aksiyon kabiliyetim bu sürat dünyasında mansiyon bile alamaz, arkadaş!
***
Hayal eden, araştıran, yazan…
Proje üreten bir şehir elbette.
Entelektüel sermayesi yüksek bir şehir elbette.
Üniversiteleri; şehrin makro ve mikro meselelerini didik didik eden bir şehir elbette…
Âlimi, ulaması küresel ölçekte bilim üreten bir şehir elbette…
Üniversite kurarken, “Kürsü tesisini” hizmet binasından daha mühim gören bir şehir elbette…
Bunları çok önemsiyorum ve fakat idareci ve yaratıcı girişimci sınıfa ısrarla istirham ediyorum:
AKSİYON, AKSİYON, AKSİYON…