Haber Girişi : 17 Şubat 2014 11:26

Bir haftada neler olmuş neler...

Bir haftada neler olmuş neler...

Uzun süreli yurtdışı      gezilerimiz hariç, “Pencere” hiç bu kadar kapalı kalmamıştı.

Tam bir hafta olmuş.

İstanbul’du Ankara’ydı derken, bi hayli zaman geçmiş.

Pencere, neredeyse 20 yıldır açık ve 20 yıldır oradan dünyaya bakıyoruz ve dilimiz döndüğünce görüp duyduklarımızı size aktarıyoruz.

Pencere bir haftadır kapalı ya aman Allah’ım daha ne şehir efsaneleri uydurulmuş sormayın gitsin.

Yok “korkup tırstığımız” için 

yazmıyormuşuz, yok “yazdıklarımızdan ötürü tehditler alıyormuşuz”; daha neler neler…

Hayır…

Hiç biri değil. Daha doğrusu tehdit var da ciddiye almıyoruz.

Pencere’yi bilenler bilir ki, bizim o taraklarda bezimiz yoktur.

Pencere, tam da şairin dediği gibi “zor zamanlarda” konuşur.

Nitekim birileri araziye uyarken biz safımızı açık açık ilan etmişizdir.

Neyse…

Madem bir haftadır yokuz, şu halde bir panorama yapalım. Bi bakalım ki geçen bu sürede, üzerinde durulması gereken neler olmuş.

Hadi hep beraber buyurun “Pencere”nin önüne…


ERZURUM AK PARTİ DE 

ÇATLAK MI VAR?



Üzerinde durulması gereken bir husus… Çünkü başkan adaylarının isimleri açıklandıktan sonra, fısıltı gazetesi böyle bir haber yaydı:

“AK Parti Erzurum İl Teşkilatı, mevcut adaylara karşı olduğu için seçim çalışmalarını sabote ediyor!”

Aslında son derece ağır bir itham…

Öyle ki doğru çıkması halinde ortada ne il başkanı kalır, ne de teşkilatı…

Böyle bi şey olabilir mi?

Yani il başkanı Murat Kılıç, “Ben aday olamadım, o halde seçim çalışmalarını provake ederim” diyebilir mi?

Bir; demez; iki; diyemez!

Evet; Murat Kılıç büyükşehir başkan adayı olmak istiyordu ama olmadı, olamadı.

Siyasette bu son derece doğal bir süreçtir.

Her insan gibi O da nefis taşıyor ve mümkün ki o nefis Murat Kılıç’ı fevri davranmaya itmiş olabilir.

Lakin Murat Kılıç, genç yaşına rağmen aklı başında biri…

Ben zannetmiyorum ki nefsine uyup, “benden sonrası tufan”demiş olsun.

Demedi de zaten…

Evet; Murat Kılıç’ın aday 

gösterilmesini istemediği ya da aday gösterilmesini istediği isimler oldu. Bu da gayet normal…

Fakat listeler açıklandıktan sonra artık adaylık yarışı süreci geride kaldı.

Şehir efsanesine göre, Murat Kılıç, ya bugün yarın ya da en kötü ihtimal seçimden hemen sonra görevden alınacak.

Gerekçesi de sanıldığı gibi adayları protesto etmek değil, cemaatçi olması…

“Ben cemaatçi değil, AK Partiliyim” dedi, demeye de devam ediyor.

Bazıları “takiyye yapıyor” dese de, bence attığı twitler ve yaptığı açıklamalar, O’nun bu süreçte nerede durduğunu göstermeye yetiyor da artıyor bile…

Kanaatime göre işin doğrusu şu:

Erzurum’da il teşkilatı, adayları provake etmesine etmiyor da, kendilerine olan aşırı güvenleri yüzünden elini ağırdan alıyor.

Nasılsa seçimi uzak ara önde kazanırız!

İnanınız ki bakış bu…


SİSTEM, ERZURUMLU’YU 

ERZURUMLU’YA MI 

VURDURUYOR?


Bu meseleyi ele alanlar aslında buna başka bi şey diyorlar ama biz onların düştükleri çukura düşmeyeceğiz.

Soru şu:

Fethullah Hocaefendi, AK Parti’ye karşı başlattığı veya AK Parti’nin Gülen Cemaatine karşı açtığı bu “savaş”ta, neden topa önce Erzurumlular girdi?

Sırasıyla bakalım…

Mehmet Kırkıncı (Nur Cemaatinin bir kolunun önderi ve görüşlerine itibar edilen bir alim.)

Efkan Ala (Siyasete hariçten dahil edildi, Oltulu… Gözü kara bir dadaş, iyi bir görev adamı. Şimdi ise, Tayyip Bey’in en güvendiği kişilerden olması hasebiyle içişleri bakanı)

Osman Müftügil (Soyadından da anlaşıldığı gibi müftüzade, işadamı, Ankara’da etkin çevresi olan bir zat. Her ne kadar cemaat reddedip, “bizden değil” dediyse deO, kayıtlara giren telefon görüşmelerine göre, cemaatin önde gelen bir aktörü)

Yılma Durak (Bir dönemin fikir hareketine damga vurmuş bir isim. Mahpus da yatmış, işkence de görmüş. Haklı olarak da “Doğu’nun Başbuğu” diye nam salmış. Fakat 12 Eylül sonrasında ne ömrünü adadığı partisinden, ne de zaman zaman mesajlar gönderdiği başka siyasi zeminlerde karşılık bulamamış bir hemşerimiz.)

Rasim Cinisli (O da bir dönemin en bilinen ve en saygı duyulan isimlerinden. Çok genç yaşta Milli Türk Talebe Birliği başkanlığı ve sonrasında Adalet Partisi’nden milletvekilliği yapmış bir büyüğümüz. Ne dadaşlığından ne de fikri inkişafından bir şüphemiz yoktur.)

Dediğimiz gibi bu isimlerin, pek çok yanıyla birlikte ortak özelliklerinden biri de Erzurumlu olmalarıdır.

İçişleri Bakanı Efkan Ala, Erzurum’da Gülen cemaatini kasdererek ağır eleştirilerde bulununca, bu isimler de hemen aranır sorulur oldu.

Bu isimlerden Mehmet Kırkıncı Hoca, anında tavrını AK Parti’den daha doğrusu devletten yana koydu.

Ama Rasim Cinisli, Yılma Durak ve Osman Müftügil, Efkan Ala’ya dolayısıyla da AK Parti’ye bindirdiler.

Medya da, haklı olarak isim yapmış bazı Erzurumluların, bir Erzurumlunun yanında yeralmasını köpürterek verdi.

Oysa Osman Müftügil hariç, (O’nu da tanımıyor, bilmiyoruz yazılıp çizilene göre   söylüyoruz) ne Yılma Durak, ne de     Rasim Cinisli cemaatçi değildir.

Çok ilginç…

Tabii ki görüşlerine ve tavırlarına saygı   duyuyoruz, fakat Cinisli ve Durak gibi belli davaların markası olmuş bu isimlerin “devlet içinde devlet oluşumu”na rıza göstermelerini de anlamakta zorlandığımızı söylemek mecburiyetindeyiz.

İkbal peşinde koşmayacaklarına şahadet ederiz.

O halde, niçin “… hizmet uğruna Türkiye’nin hiçbir önemi yok” diyecek kadar, gem’i azıya almış bir anlayışın muhibbi olmak acaba neyin nesidir?

Her iki büyüğümüzü de tanırım, her ikisine de hürmetim var; ancak Efkan Ala’nın paralel devlete dönük eleştirileri karşısında, saflarını paralel devletten yana aldıkları için şiddetle eleştiriyorum.

Haddim değil ama diyorum ki, Erzurumluluk, zefehiri kurtarmak değil, hakikat karşısında dimdik durmaktır.

Bunu bize bizzat kendileri öğretmişti.

Paralel devlet diyor ki, “MOSSAD ve CIA uzun boylu adamın gitmesini istiyor, biz de o istek doğrultusunda pozisyon almalıyız”

Soralım o zaman:

“Cinisli ve Durak da bu minval üzere mi pozisyon almış oldular şimdi?”

Neyse ki tarih her şeyi kaydediyor…


PEYGAMBER, AMERİKAN CİPİNE 

BİNİP GİDİYOR ÖYLE Mİ?


Aslında üzerinde durulmaya değer bir konu değil. Lakin birkaç hafta önce bir yazımda, “cemaat evlerinde peygamber rüyaları anlatılıyor” diye yazınca, hakikaten çok değer verdiğim bir meslektaşım (cemaat mensubu) beni aramış ve dostluğumuza binaen sitemde bulunmuştu. Hatta demişti ki, “Mehmet Bey, bunu ispatlayın ben mesleğimden de cemaatten de hemen ayrılacağım”

Üzülmüştüm…

Çünkü anlattığım olay doğruydu ve bunu adım gibi biliyordum.

Üzerinde durmadım.

Aradan birkaç hafta geçti ve bütün dünya gördü. Bırakın cemaat evlerinde kapalı devre anlatılan rüyaları artık işi öylesine ileri götürdüler ki TV dizisinde haşa Hazreti Peygamberi Amerikan cipine bindirip gönderdiler!

Bunun onda birini bir sol grup veya TV kanalı yapsaydı Türkiye’de yer yerinden oynardı, ama işin içinde cemaat kanalı olunca gören de “ben görmedim” dedi.

Pespayeliğin bu kadarına pes doğrusu…

Peygamber rüyaya giriyor, “AKP’ye oy veren dinden çıkar” diyor!

Dizideki o sahne ise, zaten başlı başına kepazelik…

“Uzun adam ölmeli” diye evlerdeki çocuklara beddua ettirmişler, lakin uzun adam ölmeyince de kendilerine hayıflanıp durmuşlar.

Yüzlerce sebep var ama hepsi bir yana, işte bu yüzden eğer bunun adı bir “savaş”sa, evet bu “savaşı” mutlaka devlet kazanmalı.

“Fakat beyefendi, Tayyip Erdoğan da sütten çıkmış ak kaşık değil ki”

Tutunuz ki dediğiniz gibi olsun.

Yahu el insaf bir yanda devletinizin temellerine dinamit konulmuş, öbür yanda seçimle al aşağı edeceğiniz bir parti…

Tercih sizin…

O dizi de (haşa) Hazreti Peygamber, Amerikan cipine binip gidiyor ya, biz nasıl bir mesaj çıkarmalıyız?

Şöyle mi misal:

Madem ki (haşa) Hazreti Peygamber Amerikan cipine bindi, o halde bütün Müslümanların Amerika’dan yana, dolayısıyla da paralel devletten yana olması gerekir.

28 Şubat Süreci’nde Müslüm Gündüzler ve Ali Kalkancılar bile dini bu kadar sulandırmamışlardı.

Apoletli senaristler de bu kadarına cüret edememişlerdi.


PEKİ BU BİR HAFTA İÇİNDE 

HİÇ İYİ Bİ ŞEY OLMADI MI?



Hemen söyleyelim; oldu hem de epey iyi bir şey…

O da AK Parti büyükşehir adayı Mehmet     Sekmen ile MHP büyükşehir adayı Prof.Dr. Kamil Aydın arasında…

Besbelli ki her ikisi de medeniyetten nasiplerini almış centilmen insanlar…

Karşılaştılar, el sıkıştılar ve birbirlerine başarılar dilediler.

Bu kadar garabet içinde, bu güzellik yüreğimize su serpti.

Hoş olması gereken de buydu ama Erzurum siyasetinde yıllar vardı ki böylesi bir sahneye tanık olamamıştık.

Seçimi kim kazanır kim kaybeder bahsi diğer.

Değil mi iki ezeli rakip el sıkışıp birbirlerine iyi temennilerde bulundular.

Gerisi hikaye; işin güzel yanı bu işte…



BAŞSAVCI RAMAZAN APAÇIK 

İYİ BİR SINAV VERDİ


Bir başsavcıdan beklentiler bellidir: Adliye’de görev yapan savcıların yasalara ve hukuka uygun amel etmelerini sağlamak, yargı mensuplarının yasal taleplerini yerine getirmek, adliyenin düzenli ve tertipli olmasını sağlamak…

Başsavcı, icraat mercii değil ki, yol, baraj ve park yapsın.

Tamam; Ramazan Bey, yol da baraj da yapmadı ama asli görevinin dışında öyle güzel işlere imza attı ki, gittikten sonra dahi yıllar yılı adı hep saygıyla anılacak.

Engelli çocuklarla ilgilendi…

Şehrin sosyal yapısına kulak verdi…

Meslektaşlarının daha iyi koşullarda görev yapması için çalıştı…

Adli personelin sesine kulak verdi, onlarla arkadaş olmaya çalıştı…

Medyaya burun kıvırmadı, dinledi…

Maişeri  vicdana kulak tıkamadı…

Ne suçludan yana oldu, ne de suçu örtbas etti…

Hasılı, Ramazan Apaçık, düzgün bir yargı insanıydı.

Allah yolunu açık etsin Kahramanmaraş’a, başsavcı olarak gidiyor.

Zor zamanda dik durdu.

Egemenlere boyun eğmediği gibi, kumpas kuranlara da teslim olmadı.

O gerçek bir savcıydı…

Başsavcı olarak geldiği Erzurum’dan başsavcı olarak gitmesini başardı…

Güle güle vicdanlı hukuk adamı…


EMNİYET MÜDÜRÜ’NDEN 

SES SEDA ÇIKMIYOR


Nasıl çıksın ki…

İşi gerçekten zor…

Paralel yapının dümen suyuna girmiş ve kamu erkini o yapının çıkarları uğruna kullanmış bir oluşumu, hukuk dairesinden ayıklamak yahut da beyazı beyazdan çıkarmak ne kadar mümkünse Kamil Bey de onu yapmaya çalışıyor.

Lafı eğip bükmeye gerek yok: Polisin büyük bir kısmı paralel yapının elemanı ve o doğrultuda mevzilenmiş durumda.

Kamil Bey,  o yapıyı temizlemeye halkın ve hukukun polisi olması gereken polisi yeniden kendi mecrasına akıtmak için çırpınıp duruyor.

İşi çok zor… 

Çünkü (bir iki kişi hariç) yalnız başına…

Paralelin polisi son fert kalana kadar çarpışmaya niyetli.

Hoş devleti yenemeyecekler ama ne kadar zarar verirsek kârdır diye düşünüyorlar.

Kamil Bey genç bir polis şefi…

Azmi, umutları, inancı ve yüreğindeki cesareti ona koşmayı emrediyor.

O da geldiğinden buyana koşuyor.

Bazı aklıevveller hükümetin görevden aldığı paralelin polis şeflerini kutsayıp duruyor ya, neyse ki Kamil Karabörk  bu oyuna gelecek biri değil.

Kaç zamandır uzaktan izliyorum. Muradı şu:

Erzurum polisi şu veya bu kesimin emrinde olmayacak. Erzurum polisi birilerine şantaj yapmak için yasadışı telefon dinlemeleri yapmayacak, Erzurum polisi kimi paralel savcının dümen suyuna girmeyecek, Erzurum polisi bazı çevrelerin tetikçiliğini yapmayacak…

Kamil Bey’in dediği bu…

Erzurum halkı “hayır biz böyle bir polis şefi istemiyoruz” derse ne ala ne güzel…

Bereket, Erzurum halkı tam da böyle bir polis şefi istiyor.

Kim ki yasa ve hukukun dışına çıkıyorsa gerekli cezaya muhatap olsun.

Erzurum’da birileri alışmıştı, her türlü haltı çevirecekler ama kimse onlara hesap sormayacak.

Şimdi yeni dönem onun tam tersini söylüyor:

Kim ki yasanın ve hukukun dışına çıkarsa karşısında polisi bulacaktır.

Haydi yürü Kamil Bey, Erzurum’un istediği tam da budur.

Sen boşver o birkaç heveskarı, onlar hiçbir zaman Erzurumlu olmamıştı ki zaten…

Bir haftalık aradan sonra “Pencere”den bakınca kayda değer olarak biz bunları gördük. Hiç şüphe yok ki gözümüzden kaçanlar ve atladıklarımız da olmuştur.

Nasılsa buralardayız ve artık “Pencere” her gün açık…

Yazacağız: kimi dümbelekler nasıl hem Hocaefendi’yi hem de Tayyip Bey’i aynı anda idare etmeye çalıştığını… Yazacağız; bu şehirde AK Parti’yi günahı kadar sevmediği halde, AK Parti hükümetinin getirdiği hakları sonuna kadar tüketen düzenbazları… Yazacağız; 24 saat Tayyip Bey’e sövdükleri halde halen devletin önemli makamlarını işgal etmeye devam eden hacıyatmazları… Yazacağız…

Çünkü bu, ne sol-sağ çatışması; ne de kim kuvvetli kim kuvvetsiz savaşı…

Bu, MOSSAD ve CIA emrine girmiş ve bu uğurda Türkiye’yi zerre kadar önemli görmeyen aklıselimini yitirmiş adamlarla bu vatan için çırpınan yerli vatanperverlerin ölüm kalım çarpışmasıdır.

Şunu unutmayın; Kamil Karabörk kazanırsa devlet kazanır.

Kâmil Karabörk kaybederse paralel kazanır ki bu, Allah muhafaza herkesin sonudur.


İDAM SEHBALARI 

KURULURSA!


Bendeniz size hikâye anlatmıyorum, şu geride kalan bir haftada tanık olduğum olaylardan hareketle bir sonuç çıkarıyorum.

Keşke her şey sandığınız gibi basit olsaydı.

İnanınız ki değil.

Paralel yapı gözünü öyle bir karartmış ki..

Bırakın “uzun boylu adamı”, onun yakınından geçenleri bile asmaya yemin etmiş.

Attıkları maillerde bana da öyle demişlerdi:

“Mehmet Şener sen şanslı olanlardansın, çünkü ilk seni asacağız.”

Nerede?

Cevap veriyorlar:

“Havuzbaşında!”

İnanınız ki asılmak bi şey değil ama tek zoruma giden şu olacaktır: İpi’mi muhtemelen bir gazetecinin çekecek olması…

Öyle demişlerdi çünkü…

Feci şekilde merak ediyorum; Havuzbaşında benim idamlık ipimi hangi meslektaşım çekecek?

a-Ersin Demirci (Zaman gazetesi Doğu Anadolu temsilcisi)

Hiç zannetmiyorum. Şu aralar Ersin bana çok kızgın ama beni asacak kadar da öfkeli değil. O’nu geçiyorum. Ersin benim ipimi çekmez, en azından gönüllü olmaz.

b-Kadir Sabuncuoğlu (Doğan Medya Grubunun mensubu olan DHA temsilcisi) Kadir Ağabeyle aramız ne iyi ne kötüdür. O meslekte bizden birkaç asır önde! Ama iyi bir gazeteci. Zaman zaman (hatta çoğu zaman) fikir ayrılığına düşeriz. Lakin Kadir ağabeyi cellat değildir. İpi onun eline verseler, o beni asmak yerine ipi suratlarına atar ve oradan çekip gider. Onlara küfür eder mi etmez mi bilmiyorum ama onların oyuncağı da olmaz. Yani o da değil.

c-Öztürk Akkök (Eski ama eskimeyen bir gazeteci. Onun halen bir gazetesi olmasa bile o bir gazetecidir. Beni çok sevdiği söylenemez, ben de O’nun hasmı değilim. Buna rağmen “gel” deseler. İpi’mi onun eline vermek isteseler, “as Mehmet Şener’i”deseler, anında şekeri yükselir, tansiyonu fırlar ve ipi uzatan adamlara muhtemelen küfür eder.

Der ki, “Ulan alçaklar tamam ben Mehmet Şener’i çok sevmem ama size benim bir cellat, bir katil olduğumu kim söyledi. Alın o ipi bir yerinize sokun yoksa…”

Hepsi bu kadar mı?

Değil elbet…

Diğer meslektaşlarımla ilgili bir yorum yapmak istemediğim için üç isimle sınırlı tuttum.

Biliyorum ki diğer meslektaşlarımın içinde bazıları (biri ikiyi geçmez) ipimi çekmek için adını yazdırmak isteyenler olacaktır, ama kahır ekseriyeti, “orada durun, Mehmet Şener’i sevmek ayrı asmak ayrı sey” diyeceklerdir.

Misal; Recep Kapucu…

O öyle bir dosttur ki, “O’nun yerine beni asın” diyecek kadar samimidir. Türkçesi “kıt” diye,  “galiba sen anlamadın asılacaksın” diye dayatsalar bile yine O aynısını söyler, “Türkçem kıt olabilir ama hamdolsun ki izanı ve vicdanı kıt değilim, hadi beni asın”der.

Yiğit biridir yani…

Misal:

Feridun Fazıl Özsoy…

Bakın kaç zamandır aramız limoni, ama inanıyorum ki beni Havuzbaşı’nda sallamak isteyenlerin karşısına çıkar; “etmeyin yahu” der…

Peki, Orkun Çizmeli, Sinan Özçaylak… 

Onlar sıvışır mı, “biz görmedik, duymadık”  mı derler?…

Hayır; öyle demezler.

Üstelik ne sıvışırlar, ne de biz “duymadık, görmedik” derler.

Fakat onlar şimdilerde idam sehpasına bakamayacak kadar meşguller!

Çok da görmüyorum; öyle ya herkes bir lokma ekmeğin peşinde…

Orkun da Sinan da bu acımasız rekabetin içinde ayakta kalmaya çalışıyor, tıpkı hepimizin yaptığı gibi…

Misal: 

Ömer Nazmi Yavuz…

Mümkün ki O’nu bazılarınız bilmiyor olabilir. Keşke herkes tanısa.. O’nu bilmemek şehir adına bir kayıp…

Tutunuz ki beni sallandırmak istediler ve Ömer Nazmi’nin haberi oldu.

İnanınız ki anında oraya koşar ve “Onu asmayın, ya da beni de asın” der.”

O bir solcu, o bir devrimci; ben ise, iflah olmaz bir sağcı!

Ama size söyleyeyim mi, hakikaten adam gibi bir adam…

Kanbersiz düğün olmazsa nasıl ki, Orhan’sız da Erzurum medyası olmaz…

Orhan Bozkurt; hani bizim Orhan…

Hakiki anlamda bir genel yayın yönetmeni…

Yeri gelir şair, yeri gelir senarist, yeri gelir romancı, yeri de gelir ölümüne yurtsever…

İspirli ve de solcu…

Saltukhan’ın babası, ama en önemlisi kimsesizlerin şairi…

Orhan yani…

Oldu ya Orhan’a dediler ki, “Mehmet Şener’i sallayacağız, yerine de seni şah yapacağız” (Niye şah dedim; hemen söyleyeyim. Malumunuz satranç oyunu bittiğinde şahla piyonu aynı kutuya doldururlar. Bazı geri zekalılar bu kadar basit bir gerçeği dahi göremiyorlar)

Orhan, onlara şöyle bir bakar ve derki, “Ulan p… sen beni pirinç çuvalı mı zannediyorsun ki, alıp satmaya kalkıyorsun”

Peki kadim dostum, mesleğinin aşığı Cem Bakırcı, Levent Akpınar, Ramazan Karataş ve de Ömer Karataş…

Evet; onlarsız bir medya veya Palandöken olabilir mi?

O manada, gazetenin bel kemiği olan Berna Karatay’ı’ nasıl yok sayabilirsiniz? Palandöken’de tam 20 yıllık emeği var. 

Ya Nurten Güneş? Evet; Nurten olmasa ofisimiz böylesine pırıl pırıl ve çaylarımız böylesine güzel olabilir mi hiç…

Ramazan’ın Cübbeli Ahmet Hoca aşkı… Cübbeli Ahmet Hoca’yı bize önce Ramazan sevdirdi. Ramazan; ilkesi, inancı ve duruşuyla tam bir dost, tam bir yiğittir. 

Ömer’in Palandöken sevgisi de zaten dillere 

destandır.

Gerçek anlamda bir görev adamı…

Palandöken’i Palandöken yapan isimler, Orhan Bozkurt, Orkun Çizmeli (şu sıralar mesaisini aksatıyor ama olsun) Cem Bakırcı, Levent Akpınar, Berna Karatay, Ramazan Karataş, Ömer Karataş, Emrullah Bilgi ve daha birçoğu…

Levent; bilecek duyacak ve hiçbir şey olmamış gibi davranacak mümkün mü? 

Herkesten önce koşar ve “şef buradayım” der.

Cem, iki eli kanda olsa, “yettim” der…


O kadar ayrıntıya girmek istememiştim, ama gördüm ki bazıları bizi “yok” hükmünde görüyor.

Etmeyin efendiler, eylemeyin…

Bu gazete, bir sabah ağaç kovuğundan çıkmış bir gazete değildir. Arkasında tam 20 yıllık bir geçmiş var.

Birbirinden kıymetli yazarları, dağıtıcıları, muhabirleri, emekçileri…

Hasılı bu gazete bu şehrin hür sesi ve hür vicdanıdır.

Bu gazete, falancanın filancanın uyduruk işleri için kurulmadı ve öyle de yayınına devam etmedi.

Bakın bugün manzaraya, birileri ne şiş yansın ne de kebap politikası izler, Palandöken ise, adam gibi bir duruş sergiliyor.

Dedikleri gibi cemaat kazanırsa zaten bizi asacaklar!

( Bu asacaklar sözünü hoş ciddiye almıyoruz ama bize gönderilen mesajlarda bu tamlama yapıldığı için biz de gırgır olsun diye öyle söylüyoruz)

Yok devlet kazanırsa, inanıyorum ki bütün bir millet; hürriyet, demokrasi ve hukuk içinde yaşayacak.

Bazı dostlar, “Sen böyle düşünüyorsun ama Tayyip Bey’in tekeri düze çıkması halinde, ne demokrasiden, ne hukuktan, ne de insan haklarından söz edeceğine inanmıyoruz” şeklinde uyarıda bulunuyor.

Hayır…

Ben böyle düşünmüyorum. Elimde yazılı bir garanti yok ama biliyorum ki Tayyip Bey 17 Aralık’tan sonra, Türkiye’nin yegane kurtuluşunun daha fazla demokrasiden ve gerçek anlamda bir hukuktan geçtiğini gördü. Yine Tayyip Bey baktı ki, birilerinin burun kıvırıp durdukları bu laiklik olmasaydı, bugün devlet kimbilir kimlerin elinde oyuncak olacaktı.

Bu sebeple inanıyorum ki yeni Türkiye’de, herkes daha fazla rahat edecek ve daha kaliteli bir demokrasiye kavuşacağız.

“Efendim bu daha fazla demokrasi, internete sınırlama getirmekle mi olacak?” diye soruluyor ya…

Siz aldırmayın onlara, internete      sansür filan getirildiği yok.

Bütün mesele, internetin yol geçen hanı olmadığı gerçeğine vurgu yapmaktır.

Siz zannediyor musunuz ki Batı’da internet demek, dileyen kişinin dilediğine iftira atıp küfür ettiği bir sahipsiz köydür.

Hayır; oradaki yasalar bizdekinden çok daha serttir. 

İnanmayan araştırabilir.

Neyse; biz yine konumuza dönelim.

Diyenler var ki, “Bu savaşta sen tavrını hükümetten yana koydun ya yarın bu işler bittikten sonra AK Parti ne seni tanır, ne de yazdıklarını hatırlar.”

Mümkün; ama umurumda bile değil.

Çünkü ben doğru olduğuna inandığım şeyleri  yazıyorum. Bunlar AK Parti’nin işine yarıyorsa yarar… Kimseden “aferin” almak için yazıp durmuyoruz ki…

Bütün meselem, bu işin sonunda kazanan Türkiye olsun, kazanan insanımız olsun yeter. Selam verseler de hoş vermeseler de…

Diyebilirsiniz ki “…İyi de Mehmet Şener, şimdi yeni bir düzen oluştu, onların ilkelerine göre, dostlara ihanet zerre kadar önemli değil. Ola ki onlardan biri senin ipini çekerse ya…”

Haklısınız…

Tam da dediğiniz gibi olabilir, yani bana sürpriz olmaz…

Ve fakat dostlar, onların gücü de, kuvvet aldıkları paralel yapı da benim ipimi çekmeye yetmez.

Onlar bugün suret-i Hakk’tan gözüken kimi paralelcilerden aldıkları kuvvetle ötüyorlar, hiç önemli değil. 

Nasılsa yakında o öttükleri borular teker teker tıkanacak.

Tabii ki boğmak isteyecekler, üzerime beton boca etmeye çalışacaklar, gün bugündür deyip, hem orayı hem burayı idare etmenin hesabı içinde olacaklar…

Varsın olsunlar nasılsa hepsinin sahte kahramanlıkları teker teker ortaya çıkacak…

Bu sebeple biz kendimize güveniyoruz…

Asılırlar, zorlanırlar, direnirler, ama ipimizi onlar çekemez…

Dua edelim ki tarih diye bir yazıcı ve şükredelim ki Mutlak-ı Hakim var.

Yoksa yarın kimin sahtekâr, kimin düzenci, kimin hesapçı, kimin de adam gibi adam olduğu nasıl ayrılacaktı.

Said-i Nursi ne güzel söylemiş:

“Yaşasın zalimler için cehennem”

Benim rüyama Peygamber Aleyhisselam girmiyor; tabii ki çok müteessirim.

Fakat şükrediyorum ki, rüyama şeytan da girmiyor.

Ya Rab! Sen bizi kendi yolunda olanlardan eyle...


BAKAN EFKAN ALA VE SAĞLIK ESKİ BAKANI AKDAĞ


Geçen haftaya damgasını vuran önemli gelişmelerden biri de, İçişleri Bakan Efkan Ala’nın, (bakan olduktan sonra) Erzurum’da yaptığı bu ikinci ziyaretiydi. Bakan Bey bu sefer ilçeleri gezdi, hemşehrileriyle hasret giderdi. Bazıları sanıyordu ki, Efkan Bey gittiği yerlerde yuhalanacak, protestolu gösterilere hedef olacak.

Hiçbiri olmadı… Hemen her yerde vatandaş Bakan Bey’e kucak açtı, sinesine bastı. 

Bir tek Narman’da iki kişinin bir çıkışı oldu ki, o da normal bir durumdur, yani üzerinde durulacak çapta bi şey değil. Narmanlılar haklı olarak bir süre önce kapatılan adliyelerini geri istiyorlar. Birileri bu talebe “protesto ettiler” diye      bakıyorsa yanılıyorlar.

O protesto değil, hak aramaktı.

Sağlık eski Bakanı Recep Akdağ’ın, Erzurum’da halk arasında nasıl büyük bir karşılığı olduğunu herkes bilir. Türkiye bugün sağlık alanında insana yaraşır bir seviye yakaladıysa, kuşkusuz ki bu eserin müellifi Recep Akdağ’dır.

İşte O Recep Akdağ, geçen hafta Erzurum’da son derece çarpıcı bir mesaj verdi. Gazeteniz Palandöken’in manşetten duyurduğu o mesajda Akdağ diyor ki, “Birileri Erzurum’da ev ev dolaşarak AK Parti’ye oy vermeyin diye halka baskı kurmaya çalışıyor. Onlara sesleniyorum bu sevdanızdan vazgeçin yarın çok mahcup olursunuz.”

Recep Akdağ gibi bugüne kadar her 

konuşmasında kılı kırk yararak bir kelam eden siyasetçi, cemaate bu derece açık 

mesaj veriyorsa anlayın ki, AK Parti bu kara propagandaya fena halde bozuluyor.

Sonuç olarak, bugün yazı hakkını hayli aştık.

Bir haftanın hülasası olunca işte böyle büyük hacimli bir yazı çıktı ortaya…

Herkese iyi haftalar…