Sesler sesler sesler…
Her taraf gürültülüydü. Her yanda ses vardı.
Derken bu gürültünün içerisinden bir ses çınladı kulağına. Tarifi mümkün olmayan, garip ama yüreğine kadar işleyen gizemli bir sesti bu.
Çevresindeki hiçbir nesneyle alakası kalmamıştı artık. Ne trafikteki yoğun araçlar, ne caddeyi boydan boya işgal eden işportacı tezgâhları… Huzurlu bir eda ile boşlukta yürüyordu .
Sanki bedenden soyutlanmış, saf bir ruhtan ibaretti… Sadece var olduğunu hissediyor, ayakları kendiliğinden yürüyordu. İçinde ise tarifsiz bir huzur vardı. Uçmaya hazır bir kuş gibi kanatlarını açmış gibiydi.
Gürültülü şehri adeta ikiye bölen gizemli sese yönelmişti artık. Buğulu gözlerinde hatıralarını arar gibiydi…
…
Eski bir dostu bu şehir için ‘’ Bir çift gözlü, bin sözlü şehir ‘’ diyerek tanıtmıştı kendisine. İlk zamanlar anlamakta güçlük çektiği bu tanımı bugün çok daha anlıyor gibiydi…
Baharat kokularıyla gençlik anılarına uzanmaya haiz olan Mısır Çarşısı’ndan başlamak istiyordu hayal-i alemine… Sonra az biraz yokuş tırmanarak, Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde dostlarıyla elma kokulu nargileye durmak istiyordu…
Mazi nin büyüleyici kokusunu, yaşanmışlığın cazibesinde saklı o küçücük sahaf dükkânlarını, çiçekçi teyzelerin de katılıp eşlik ettiği, deniz kokusunu taşıyan rüzgârların çağrısıyla Boğaziçine uzanarak erguvanlarla bir şarkı tutturmayı düşünüyordu…
Salacak açıklarında bir balıkçı teknesinin, pat pat motor sesini ve peşi sıra takipçi yunusların şımarık danslarını , Üsküdar’ın sokaklarında sesleri yırtılan martıların hoşgörünün göğünde uçuşmalarını , Kuzguncuk’taki camiden yükselen ezan sesine hemen bitişiğindeki kilisenin çan sesinin ahenkle boğazın dalga sesiyle karışmasını hatırlıyordu…
Bağlarbaşı’ndan sert esen rüzgâr; birinden aşağı inen ticari takside arabesk çalarken, bir diğerinde Fıstıkağacı’ndan yokuş tırmanan ve gönülleri neyle meşk olmuş bir çift sevgiliyi hayal ediyordu…
Kabataş vapurunun köprüye nazır penceresinden, bir sokak kedisinin gözünden, Çamlıca Tepesi’nden, yahut Pierre Loti’den, kalabalıkların arasından, İstiklâl Caddesi’nden, üç tekerlekli bir bisikletin sepetinden, Fethi Paşa Korusu’ndan, Validebağ’daki bir orman yolundan , bir ocakbaşından, bir günbatımından, Boğaz Köprüsü ışıklarından, bir yalının balkonundan, bir turistin sırt çantasından ya da semazenin dalgalanan kollarından, saklı bahçelerinden, keşfine doyum olmayan bu şehri düşünüyordu…
Şair Orhan Veli’nin, ‘’ Dikilir köprü üzerinde, Keyifle seyrederim hepinizi, Kiminiz kürek çeker sıya sıya, Kiminiz midye çıkarır dubalardan’’ şiirindeki bambaşka bir İstanbul sunan Galata Köprüsü’nü hatırlıyor, altında turisti, öğrencisi, esnafı, gezgini İstanbul hülyalarıyla demlenirken, üstü oltalarıyla harıl harıl balık tutan, bir bakışta Topkapı Sarayı’nı, Ayasofya’yı, Yeni cami’yi ve Süleymaniye’ yi görmek isteyenleri hayal ediyordu…
…
Sadece yaşadıklarını ve gördüklerini hayal etmişti. Yorgun ve yaşlı bedeni bunları yeniden yaşamaya geç kalmıştı . Ama ‘’Bir çift gözlü, bin sözlü istanbul’’ u artık anlayabilmişti.
Mutluydu.
Ve o sese, Ecnebi memleketinde yıllardır hasret kaldığı o âhenge doğru ilerliyordu…
Mihrimah Sultan ve Valide-i Cedid Camisinden asırlardır hiç değişmeyen ve aynı uslüpla okunan karşılıklı çift ezan okunuyordu…
Abdurrahman KARAL
Fikir ve görüşleriniz için: