Bu köşede sık sık kaleme aldığımız kimi konular var ki yazarı olarak yazmaktan hoşnut olmadığım belki de okur olarak sizlerin de sıkıldığı konular bunlar. İnsan uygarlığının gösterdiği gelişme düşünüldüğünde artık bu konuları konuşmayı bırakmamız gerekir dediğimiz her an o konuların daha da içinde buluyoruz kendimizi. İşte bu konulardan biri de kadın hakları ve kadının toplumda,siyasette, ekonomide erkekle eşit şartlarda olması. Feminizmin kokusunu aldığında şeytan görmüş gibi kaçanlar, yazıyı kapatmadan evvel lütfen bir kulak versin. Aynılık ve eşitliğin denk kavramlar olmadığını defalarca açıkladık, bugün farklı etnik kökenler arasında da eşitlik talep ederken siyahilerin koyu tenlerini nasıl göz ardı etmiyorsak kadın ve erkeğin biyolojik farklılıklarını inkâr etmiyoruz. Ancak bu farklılıkların yaşamın farklı noktalarında bir ayrım gerekçesi olmasını kabul etmiyoruz.
Yüz yılları bulan kadın hareketleri, zaman içinde parlamentolarda yer alan bugün başbakan,bakan olan kadınlar, kadın erkek fark etmeksizin uygar düşünceye sahip insanların bu mücadeleleri desteklemesi ile kadın haklarında epey bir yol katedildiğini söylemek mümkün. Fakat şimdi de kadın hakları savunuculuğunun popülist söylemler tarafından kötüye kullanılması sebebi ile kadınların tırnaklarıyla kazıyarak geldikleri konumların sırf kadın oldukları için onlara lütfedilmiş olduğu düşüncesi ile mücadele etmek zorundayız. Lafı dolandırmadan bir örnek vereyim. Biyokimya alanındaki gen düzenlemesi yöntemi çalışmaları sebebiyle Nobel Kimya ödülünü alan bilim insanları, Emmanuelle Charpenter ve Jennifer Doudna isimli iki kadın. Hal böyle olunca kulislerde dolaşan dedikodulardan biri de bu ödülün acaba kadın oldukları için mi ismi geçen bilim insanlarına verildiği. Yani bilimsel yeterlilik bakımından kadınların Nobel ödülüne layık olamayacağı bir ön kabul olarak alınıp ödül almalarını, Nobel jürisi gibi dünyanın kadın haklarına önem veren kuruluşlarının medyada şirin görünme çabasına bağlamakta hiçbir sakınca görülmüyor. Adı geçen insanların ömürlerini feda ettikleri çalışmalarına soru işareti düşürürken hiçbir etik bunalım yaşanmıyor.
Bir diğer örnek ise Türkiyeden, malum geçtiğimiz günlerde Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında yine ödül töreni yapıldı. Pandemiye rağmen, pandemiden oldukça etkilenen eğlence ve sanat sektörüne moral olması ve üretimde kalmayı teşvik etmesi bakımından da bana kalırsa çok isabetli bir adımdı. En iyi film ödülünün sahibi, en iyi yönetmen ödülünü de alan Azra Deniz Okyayın Hayaletler filmi idi. En iyi kadın oyuncu ödülünü de 5 oyuncu aralarında paylaştı. Gazetelerin başlığı, tahmin edebileceğiniz gibi Altın Portakalda kadın rüzgârı şeklinde oldu. Yani ödüllerin tamamına yakınını erkeklerin aldığı bir ödül töreninde erkek rüzgarı başlığı ile hiç karşılaşmadığımızı düşündüğünüzde ne demek istediğimiz de anlaşılacaktır.
Ama zaten o çok iyi bir yönetmendi, ama onlar laboratuvardan çıkmadan gece gündüz çalıştılar, yahu o kadın başbakan oldu ama senelerdir aktif siyaset yapıyor, ter döküyor diye açıklama yapıyorsak hala hak savunuculuğu noktasında istediğimiz yerden çok uzağız. Bu nedenle maalesef bir süre daha ben, bu konu kaleme alınır mı dediğim konularda yazmaya siz de kaçıncı kez okuduğunuzu unutacağınız bu yazılara maruz kalmaya devam edeceksiniz.