Hakkında belgeseller çekilmiş, kitaplar yazılmış, dergiler çıkarılmış bir bilge insan yahut daha uygun ifadesi ile Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç yalnızca bir devlet adamı, Bosna-Hersekin kurucusu değil aynı zamanda bir insan hakları savunucusu idi.
İşte bu yönüyle Aliya, Boşnakların haklarını savunmak üzere çıktığı yolda; insan haklarını
tekeline almış Batıya, insan haklarının bir İslam değeri olduğunu göstermişti. Aliya
hakkında yapılmış bu kadar başarılı eserden, kendisinin hayatını ve davasını kaleme aldığı
Tarihe Tanıklığım otobiyografisinden sonra sizlere Aliyanın hayatını anlatma haddini
kendimde görmüyorum. Bu nedenle bu yazıda dünyadaki bu kadar kötülüğe hala yüksek
sesle savunabildiğimiz bir değer olan insan haklarının Aliyanın İslam davasında, siyaset hayatında ve bilge kişiliğinde nasıl tezahür ettiğini aktaracağım.
Bilge Kralın otobiyografisi de dahil hayatını konu alan eserlerin göze çarpan ilk mesajı
Aliyanın faşizmden, ırkçılıktan uzak, nefretin yer edinemediği kucaklayıcı yaklaşımı
ve insan sevgisi. Öyleki Yugoslavya dağılmadan önce milliyetçi hareketlerin sonuçlarını doğurmaya başladığı dönemde bile Aliya, kurucularından olduğu Genç Müslümanlar
Hareketindeki söylemlerinden başlayarak bir devleti parçalamak, Sırplara, Hırvatlara zarar vermek gibi bir niyeti olmadığını, yalnızca Müslümanların insanca ve özgürce yaşama haklarını savunduğunu her seferinde dile getirmişti.
Daha sonra onu Bosna-Hersekin kurucu cumhurbaşkanlığına taşıyan siyasi hareket olan Demokratik Eylem Partisi (SDA)nin parti programında; halkların yasa önünde tam anlamıyla eşit olduğu ilkesine ve dini ve ulusal azınlıkların haklarına bağlılığımızı vurgulamak istiyoruz (Kırklar Açıklaması olarak bilinen basın açıklaması, 27 Mart 1990) ifadelerine yer veriyordu.
Toplantı hakları ellerinden alınmış, din hürriyetinden yoksun bırakılmış bir topluluğun
parçası olarak Aliya, hiçbir zaman bu hakları yalnızca onunla aynı dinin, görüşün mensupları için istememişti. 1988de hapishaneden salıverilip 1990 seçimlerinden muzaffer çıktığında adil yargılanma hakkını gasp eden, yalancı tanıklardan, değiştirilmiş ifadelere kadar her türlü yola başvuran tahkikat subaylarına, savcılara, yargıçlara kendisine ve arkadaşlarına yapılanlardan ötürü bir misilleme yapıp yapmayacağı sorulduğunda Aliya, herhangi bir misilleme yapılmayacağı yönünde yanıt vermişti.
Gerçekten, Aliyanın cumhurbaşkanlığı döneminde bu kişilerden bir kısmı görevlerine
aynen devam etmişti. Böylesi bir zulümden sonra insanüstü tahammülünü,
kabullenişiniAliya şu sözlerle özetlemişti: Bir politikacı olarak onları affettim ama bir insan
olarak değil.
Aliyanın zalimler gibi olmama ilkesi 20. yüzyılın en büyük zulümlerden biri olan
Srebrenitsa Katliamından sonra dahi tüm çarpıcılığıyla devam etmişti. Aliyanın tavrı
hiçbir zaman ekranlar karşısında kafa kesmek, gücü ele geçirdiğinde zalime kan kusturmak
olmamıştı. Oysa Boşnakların kimseye verecek hesabı, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı.
Buna karşılık Aliya en çok da kasap Mladiçe, Srebrenitsayı gözü dönmüş kasaplar
ordusuna savunmasız teslim eden BM Barış Gücü komutanı Hollandalı ThomKarremansa,
soykırım yaşandıktan sonra soykırımı tanıyan Uluslararası Adalet Divanına, 20. yüzyılın en büyük savaş suçlularından olan eski Yugoslavya Devlet Başkanı Miloşeviçe, bu Avrupanın iç meselesidir biz karışamayız diyen George Busha ve nihayet üç maymunu oynayan tüm Avrupalı liderlere isyan ahlakını, ilke sahibi bir lider olmayı göstermişti. Zira Aliyaya göre savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilirdi.
İşte insana, insan onuruna duyduğu bu saygı ve derin bağlılık nedeni ile Aliyanın savaşı
sıradan bir iç savaş değil, Aliyanın davası yalnızca bir İslam davası değildi.
Aliyanın Türklere mektubunda da çarpıcı şekilde belirttiği gibi Balkanlardaki mücadele,
Bilge Kralın davası ne bir dinin ne bir ırkın ne bir dilin ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.