Başlıkta yer alan ifade 1971 yılında Vietnam Savaşı sırasında, Amerikan Yüksek Mahkemesince alınmış kararı sinemaya taşımış The Post filminin en çarpıcı cümlelerinden. Söz konusu olay; Amerikan tarihine, bir başkanın yargı organları kanalıyla basın özgürlüğüne aykırı hareket ettiği ilk örnek olarak geçmiştir. Film beyaz perdeye taşıdığı olayları yakın tarihin gerçeklerine dayandırırken oyuncuların replikleri dahi canlandırılan kişilerin günlüklerinden, röportajlarından derlenerek hazırlanmıştır. Bu nedenle, The Post filmi sıradan bir Hollywood filmi olmasının ötesinde bugün dünya basının geldiği noktaya geçmişteki gerçek olayları anlatarak ışık tutmaktadır.
Filmde, 1955 yılından 1975 yılına kadar süren ve bitirilmesinde en çok da Amerikan kamuoyunun baskısının etkili olduğu Vietnam Savaşının gizli belgelerinin basına sızdırılması ve ardından dönemin dev gazeteleri The Newyork Times ve The Washington Post ile Beyaz Saray arasında başlayan mücadele konu alınmakta. 1971 tarihli Amerikan Yüksek Mahkemesi kararı ise altıya karşı üç oyla bu iki gazetenin tutumunu Amerikan Anayasasının birinci maddesindeki basın özgürlüğü ilkesine uygun bulmakta ve bu karar Amerikan tarihinde de dünya tarihinde de basın özgürlüğüne ilişkin atılmış adımlar listesine adını altın harflerle yazdırmaktadır.
Filmin ulusal eleştirmenler ve yazarlar tarafından da bu kadar beğenilmesi ve gazete köşelerine taşınması kuşkusuz filmin ana mesajı olan ve Trump ile yeniden gündeme gelen basına karşı baskının, Türk basınına da uzak bir konu olmamasıdır. Ana haber bültenlerinde tarafsız habercilik anlayışını bir kenara bırakarak saldırgan bir üslupla birbirinin aynını tekrarlayan onlarca kanaldan; aynı kalemden çıkmış gibi görünen içi boş süslü manşetlere kadar; Türk basınının bugün geldiği nokta, halkı tarafsız biçimde bilgilendirmek ve gerektiğinde halkın sesini duyurmak misyonundan çoktan uzaklaşmıştır.
Genellemelerden kaçınmakta fayda olsa da bu tükenmişlik halini yalnızca yandaş medya ile ilişkilendirmek imkânsızdır. Zira bugün muhalefet ahlakından uzak biçimde yapıcı eleştiriler yerine yıkıcılıktan beslenen muhalif basın da muhalefet kültürünün zeminini sarsmaları nedeni ile gelecek nesillerde oluşacak çarpık anlayışın da müsebbibi olmaktadır.
Yıllardır hükümranlık sürdükleri koltuklarından, konumlarından olmaktan endişe duyan yahut kendilerinin dahi nerden geldiğini anlamadıkları bir rantla hızlı biçimde çıktıkları zirveyi bırakmak istemeyen bu basın mensuplarının, haklı endişeleri veya haksız yönleri elbette tartışmaya açıktır ve tek taraflı bir değerlendirmeyle genellemeye tabi tutulamaz. Ancak Millî Mücadele döneminde Kuvayi Milliye ruhunun oluşmasındaki en etkili kanadın basın olduğu unutulmamalıdır.
Mustafa Kemalin Samsuna çıkışından, Ankarada bir meclisin toplanmasına kadar olan süreçte, İstanbulun tüm baskılarına rağmen işgallere direnmeye çağıran, milli şuur için çalışan İrade-i Milliye, Açıksöz, Erzurumdan Albayrak Gazetesi ve daha nicelerinin hayatları tehlikedeyken ve basımlarını sürdürmek için imkânları oldukça kısıtlıyken, temelini oluşturduğu bu gazetecilik anlayışının bugün bu noktada olduğunu görmek yukarıda bahsedilen haklı olabilecek gerekçelerin haklılık payını azaltmaktadır.
The Post filminde halka Vietnam Savaşı ile ilgili yalan söylendiğini, savaşın asla kazanılamayacağını yazan belgeleri gazetesinin geleceğini düşündüğü için yayınlamakta endişe eden gazetenin yöneticisine, genel yayın yönetmenin verdiği yanıt işte yukarıda sözü edilen endişelere de cevap verecek nitelikte olmaktadır The Washington Postun neyi yazıp neyi yazmayacağına hükümet karar verecekse bu gazetenin işi bitmiş demektir.
Demokrasilerin vazgeçilmezi olan basın özgürlüğü, devlet kudretinin halktan kaynaklanması ve bu nedenle halka karşı sorumlu olmasının bir güvencesi ve bekçisi niteliğindedir. Bu nedenle basın özgürlüğü konusu özellikle Türkiye gibi siyasi dinamikleri her an değişme halinde olan bir ülkede belirli bir hükümet veya belirli kişiler üzerinden tartışılacak ve eleştirilecek bir konu değildir. Nitekim basın özgürlüğü, hakkaniyet çevresinde yerleşmiş ve polarize olmaksızın herkesçe savunulması gereken bir temel ilkedir. Nihayetinde; basın, önce Mussolinide ardından erken gelen Trump ismiyle anılan Başkan Nixonda görülen ve dünyada şu an mevcut olup bundan sonra da var olacak devlet benim anlayışlarının tamamına basın ahlakından ve yasal zeminden uzaklaşmamak koşuluyla karşı çıkmak, devletin halk için var olduğunu hatırlatmak için vardır. Yani diğer bir ifadeyle, basın yönetilenler için vardır yönetenler için değil.