Her gün dünya yeniden kurulmakta ve hayat yeni bir yana doğru akmaktadır. Kur’an’daki: “O her an yeni bir iştedir." (Rahmân, 29.)ayeti bu gerçeği ifade etmektedir. Bu yüzden değişim ve yenilenme hayatın kaçınılmaz bir ögesidir. Nitekim Hz. Mevlana bunu şöyle seslendirir: “Her gün bir yere konup geçmek, akarsu gibi bulanmamak, donmaktan kurtulmak ne hoştur. Dün de geçti, düne ait söz de dün gibi gelip geçti. Bugün yeni bir söz söylemek gerek." (A. Gölpınarlı, Seçme Rubâiler, İstanbul 1945, rubai nr. CLXXVII; A. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1985, s. 177.)Bu ifadelerin manzum anlatımı şöyledir: Dünle beraber gitti cancağızım ,Şimdi yeni şeyler söylemek lazım, Ne kadar söz varsa düne ait .Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.Yunus bu gerçeği şöyle anlatır:Biz sevdik âşık olduk, sevildik mâşûk olduk Her dem yeni dirlikte bizden kim usanası. (Yunus Emre, Dîvan, İstanbul 1981, s. 417.)Kaçınılmaz olan bu yenilik ve değişimin birtakım esaslar çerçevesinde olması dinî geleneğimizin öngördüğü hususlardandır. Bizim dinî an’anemizde yenilenmeyi ifade eden iki kavram vardır: Tecdit ve teceddüt.
Bunlar da genellikle birbiriyle karıştırılır. Teceddüt, dinî yeniliklere uydurmaya çalışmak demektir. Milleti maddi bakımdan geri kalmış gören ve bu durumun düzeltilmesi için İslam ile mevcut yapılardan yeni bir karışım ortaya çıkarmaya çalışan, ümmeti, adından başka İslami bir rengi kalmayacak şekilde farklı sistemlerin boyasına boyayan kişilerin yaptığı işe teceddüt, bunu yapanlara da müteceddit denilir. Tecdit ise, ne mevcut yapı ile anlaşmak için yol ve çare aramak, ne de İslam ile mevcut yapıdan meydana gelen karışımdır. Gerçek tecdit, İslam’ı, ona sonradan bulaştırılmış unsurlardan temizlemek, onu mümkün olduğu kadar saf ve berrak hâliyle hayata geçirmektir .İslam’ın en son ilahî din olması hasebiyle en önemli özelliği bütün çağları kuşatan tavrı ile kıyamete kadar insanlığın problemlerine çözüm üretebilecek değişime açık vasfıdır. İslam’ın Kur’an ve sünnet olmak üzere iki temel kaynağı vardır.
Kur’an ve sünnette yer almayan konular, içtihat ve kıyasa açık alanlardır. Mecelle’de yer alan: “Mevridi nassta ictihada mesağ yoktur" kaidesi bunu ifade etmektedir. Hakkında Kur’an ayeti veya nebevi bir sünnet bulunan konular, ancak anlama ve yorumlama açısından içtihada konu olabilir.İslam uleması, tarih boyunca meseleleri bu anlayışla çözmeye çalışmış ve bu tür ihtiyaçlara cevap verecek eserler kaleme almıştır. Mezheplerin oluşup, dinî ve fıkhi eserlerin belli bir sayıya ulaşmasından sonra, içtihat kapısının kapanıp kapanmadığı tartışmaları gündeme gelmeye başlamıştır. Gerçekten içtihat kapısı kapanmış mıdır? Böyle bir düşünce, İslam’ın temel yaklaşımına terstir.
Elbette içtihat kapısı kapanmamıştır. Ancak geçen yüzyıllarda Müslümanlar, içtihat kapısını açık tutacak seviyeli alimler yetiştiremediklerinden böyle bir düşünce gündeme gelmiş ve bazıları içtihat kapısının kapandığına kail olmuştur.Aslında bu konuda ifrat ve tefrit sayılabilecek iki görüş vardır:1 Ortaya çıkacak her türlü problemin çözümünü eskilerin eserlerinde aramayı savunan ve yeni bir içtihadın caiz olmadığına kail olan statik düşünce sahipleri. Bunlar: “Geçmiş alimlerimiz her problemi çözmüşler, bize hiçbir şey bırakmamışlar, dolayısıyla biz her meseleyi eski ulemanın kitaplarında bulabiliriz." derler.2 Çağdaş gelişmeler ve problemler karşısında İslami konuları yeni bir değerlendirmeyle ele alıp tarihselci bir yaklaşımla her şeyi yeniden yorumlamayı savunan ve on dört asırlık birikimi küçümseyip reddedenler.Bu iki düşüncenin kendi içindeki aşırılıkları ortadadır. Her şeyi eski alimlerin düşündüğünü ve bugüne problem bırakmadığını söylemek, teknolojik gelişmenin ve sosyal değişimin farkında olmamak demektir.
Geçmiş dönemin insanlarının görüp karşılaşmadığı, bugün ortaya çıkmış, Kur’an ve sünnet açısından yorum bekleyen binlerce mesele vardır. Organ naklinden tüp bebeğe, sigortadan iletişim araçlarıyla yapılacak muamelelere kadar yüzlerce fıkhi/hukuki mesele bugün nasıl çözülecektir? Bunların hepsinin halledilmiş meseleler olduğunu söylemek mümkün müdür?Diğer taraftan on dört asır boyunca İslam alimlerinin yaptığı çalışmaların tamamını çöpe atılması gereken, boş ve anlamsız şeyler olarak görüp, onun yerine kendi akıl ve yorumlarıyla uçuk çözümler üretmek ne kadar inandırıcı olabilir? Üstelik bunları yaparken de Kur’an’ın tarihselliğinden bahsederek çağdaş hayatın dayattığı birtakım hususları Kur’an ve sünnetin önüne geçirmeye çalışmak İslam’ın ruhuyla nasıl bağdaşabilir? Doğru olan belki bu iki görüşün orta noktasıdır. İslam’ın “usul" adı verilen Kur’an ve sünnetin belirlediği değişmeyen bir temel inanç ve ibadet esasları vardır; bir de çağdaş yorumlara bırakılan “füruat" denilen yönü.
Bu sonuncu, yeni ortaya çıkan durum ve şartlara göre farklılıklar arz edebilen hususlardır.“Ezmânın teğayyürü, ahkâmın teğayyürünü gerektirir." şeklinde ifadesini bulan değişim füruat ile ilgili konularda olur. Ortaya çıkan her türlü sosyal durum ve teknolojik gelişmeye cevap arayan bu telakki, aslında İslami ilimlerde tekâmülü sağlayan bir boyuttur. Ancak bu konu çıplak akıl ve sığ bilgi ile değil, “rüsûh" adı verilen, derin bilgi, ince kavrayış, duygusal zekâ, yüksek ahlak, fazilet ve takva sahibi kimselerin yapabileceği bir iştir. Bunlardan birinin eksik olması takdirinde ortaya çıkabilecek durum bir takım maddi, manevi ve içtimai yanlışlıklara sebebiyet verebilir.“Zamanın çocuğu olmak mı, yoksa zamane çocuğu olmak mı daha doğrudur?" İslami/tasavvufi telakkide aslolan zamanı yönetmektir ve bunun adı “ibnü’lvakt" olmaktır. İbnü’lvakt olmak, içinde bulunulan zamanın şartlarını kuşanmak demektir.
Zamanın şartlarını kuşanan ve onun gerekleriyle donanan kimse zamanın çocuğudur. Zamane çocuğu ise zamanın savurduğu, iradesi, omurgası ve değerleri olmayan demektir. Bu itibarla halk arasındaki: “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!" anlayışı bu tür bir savrukluğun ve omurgasızlığın ifadesidir. Bu anlayış aslında son zamanlarda modernlik ve çağdaşlık fırtınalarının toplumumuza taşıdığı çarpık inanç ve düşünce tortularının ürünüdür. Halk ve toplumu zamanın ve çağın dayatmalarına boyun eğmeye zorlayan ve her türlü çağdaş deformasyonu kolayca kabule hazırlamaya yönelik bir propagandadır bu. Yaşadığımız çağda “Globalleşme ve Küreselleşme" adıyla gündeme gelen tek dünya düzeni anlayışı, teknoloji ve medyanın da desteğiyle yeni ve çağdaş birtakım dayatmalarla insanlığı etkisi altına almaya çalışmaktadır. Hristiyanlığın, sadece ahlaki öğütlerden ibaret olan dinî anlayışı, küresel dünya düzenine engel olabilecek güçte değildir. İslam’ın fıtratı korumayı esas alan, insanları kendi iradeleriyle dinî hayatlarını diri bir biçimde yaşamaya çağıran anlayışı, küresel ve global düşünce önünde insanların kişiliklerini koruyan en ciddi koruma engeli gibi görünmektedir. Bu yüzden birtakım güçler İslam dünyasında estirdikleri “Modern ve Çağdaş İslam" rüzgârlarıyla Kur’an kavramlarını savurarak ve güya yeniden Kur’an’a dönmeyi gündeme getirerek bütün kutsalları tartışmaya açmakta ve bu suretle İslam dünyasındaki fikri ve dinî altyapıyı dejenere ederek etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu düşünce sahiplerinin Kur’an’a dönmek şeklinde tezahür eden, sünneti ve onunla birlikte on dört asırlık birikimi devre dışı bırakan yaklaşımları, toplum katmanları arasında kabul gördükçe Kur’an’ın tarihselliği gündeme gelmektedir.
Kur’an’daki bazı hükümlerin bağlayıcı olmadığı, çünkü onların sadece kendi devrine ait esaslar olduğu, bunların bugün değişen şartlara göre yeniden düzenlenmesi gerektiği ifade edilmektedir. Böylece Müslümanların Kur’an ve dinle irtibatları koparılarak yeni dünya düzeni ile entegrasyonu sağlanmak istenmektedir .Öyleyse “İslami ilimler alanında gerilemeye ve İslam toplumlarında ıslahı gereken bozulmalara, bid’atlere seyirci mi kalacağız? Bunlar, İslam toplumunu kemirmeye devam mı etsinler?" tarzında varit olabilecek bir suale ne cevap verilebilir? Efendim, İslam’ın yüce peygamberi bunun kuralını koymuş ve buyurmuştur ki: “Her yüz senede bir, dini yenileyecek bir müceddit gelecektir." (Ebû Dâvud, Melâhim, 1.)Demek ki bu hadisi şerife göre dine bid’at ve hurafe karıştığı, asli hüviyetinin zarar gördüğü zamanlarda ıslahatçı müceddit müçtehitler devreye girip dini asli safiyetine döndürerek tecdit edeceklerdir. Hadiste geçen müceddit, ulemadan olabileceği gibi devlet ricalinden de olabilir.
Nitekim ilk hicri asırda Ömer b. Abdülaziz gibi bir devlet adamı müceddit kabul edilmiştir. Ondan sonraki asırlarda tam bir ittifak hâsıl olmamakla birlikte mezhep imamları yaşadıkları asırların müceddidi sayılmışlardır. Müceddidin aynı asırda birkaç tane olmasına mani bir hüküm yoktur. Önemli olan yapılan tecdidin boyutudur. Müceddit, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mizacı bakımdan peygambere en yakın olan insandır. Müceddit, çoğu zaman kendisinin müceddit olduğunu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz. Gerek çevresindeki çağdaşları, gerekse sonraki asırlarda gelen insanlar hizmetlerine bakıp onun mücedditliğine hükmederler.
Tasavvuf ehli arasında mücedditliği konusunda tevatür derecesinde ittifak hâsıl olanların başında İmam Rabbânî gelir. Kendisi hicri ikinci bin yılın (M. XVII. y.y.)müceddidi sayılmıştır. Çünkü o, Hindistan’da yeni bir din kurmak iddiasıyla ortaya çıkan Ekber Şâh’a karşı İslam’ın safiyetini savunmuş ve bunda muvaffak olmuştur. İmam Rabbânî Hint Müslümanlarını hem zalim idarecilerden, hem de dünyalık peşinde koşan alim ve sufilerden kurtardığı için bu unvanı almıştır.
Onun çalışmalarında hem dîni bid’atlerden arındırma, hem de toplumu hurafe ve bozuk düşüncelerden temizleme çabası söz konusudur.(Hamid Algar, “İmam Rabbânî", DİA, XXII, s. 198.)Her devirde böyleleri çıkabileceği gibi, bu tür iddialarla ortaya çıkanlar da bulunabilir. O zaman kişinin yaptıklarına bakmak gerekir. Çünkü: “Görünür şahsın rütbei aklı eserinde." Bu iddia ile ortaya çıkanlar yaptıklarıyla kafaları mı karıştırıyorlar, yoksa fitneleri mi yatıştırıyorlar? Hakk’ın rızası peşinde bir gayret mi gösteriyorlar, yoksa halkın hoşuna gidip takdirini toplayıp dünyalık devşirecek bir iş mi yapıyorlar? Değerlendirmeyi bu ölçülere göre yapmak gerekir
22.02.2011 16:46:00