Şehir; kimine göre sittin sene değişmeyen yer, kimine göre gün be gün değişime uğrayan mekân.
Şehir kendi halinde akıp dursun, ben onu ?kimlikli? kılan iki unsurdan bahsedeceğim: Deliler ve Veliler.
Biz İmam Hatip?te öğrenciyken okul yolunda Deli Feride adlı bir kız çıkardı karşımıza. Eline aldığı sopayla düşerdi peşimize. Kimi zaman taşlar kimi zaman bağırırdı. Kızmazdık, onun sayesinde okul yolu maceraya dönüşürdü. Arada bir takılırdım ona: ?Sen de gel bizimle oku? diye. O, hiç kızmazdı bana. ?He çantam yok ki okuyayım, çantam yok ki! Sen oku adam ol!? derdi.
Deliydi; ama en azından okumaya kıymet verirdi.
Sonra şehrimin sokaklarından bir Deli Zeki geçti. Zararsız, kendi halinde bir deli. Ne ilginç, kâmil insanın taşıması gereken en önemli vasfı; yani ?zararsızlığı? delinin biri üzerine geçirmiş. O kâmil olmuş, belli ki biz nâkıs kalmışız.
Şimdilerde şehrimin başka bir delisi var. Geçenlerde tanıştım onunla. Hani hastanenin yanındaki parkta her gördüğümüzde uyur gibi duran adam var ya. Hani üzerinde en az 10 kiloluk deriden eski bir mont taşıyan, montunun içinde küçücük kalan, âleme kapattığı gözlerini derûnuna açan adam. Ağzından sigarasını hiç düşürmeyen; fakat ne hikmetse Ramazan?da sigarası tütmeyen adam. Zararsız, kendi halinde olan. Velilik makamıyla delilik makamını bir taşıyan. Nerden mi biliyorum? Büyükler der ki: ?Velilik ile delilik arasında bir virgül farkı vardır.? Bilirsiniz virgüller benzer öğeleri sıralamak için kullanılır. O halde velilik de bir delilik de. Biri söylemeye söylemeye ermiş diğeri söylene söylene.
Ha bir de elinde bastonu şehri konuşa konuşa turlayan Deli?yi unutmamak lazım. Arada bir uğrar eczaneye, çayımızı içer, sohbet eder. Öyle akıllı söz söyler ki ?Bu adamın nesi deli? diyesi gelir insanın. Adı çıkmış bir kere, yaftalanmış, biz tarafından damgalanmış. Pek çok delinin âkibetine uğramış. Kem bakıp kem görmüş, kem hüküm vermişiz.
Bir de velilerimiz var. Hallerini anlayamadığımız, içimizde dolaşan, bedeni halk kalbi Hak ile olan velilerimiz.
2003 yılı Ramazanıydı. İmam Hatip Lisesi?nin konferans salonunda bir konuşmacı Hz. Mevlana?dan bahsediyordu. Söz dönüp dolaşıp Mevlana ve Allah Aşkına gelinde yaşlıcana bir adam ön sıralardan ?Allah? deyip atladı meydana, başladı pervaneler gibi dönmeye. O döndükçe etrafa müthiş bir sıcaklık yayıldı, ben yanıyorum zannettim, nefesim kesildi. Bu nasıl bir şeydi? İnsanlar hayret ve kınama ile adama bakarlarken o, etrafından bi haber semazenler gibi dönüyordu. Ben yayılan enerjiye dayanamadım, zor attım kendimi dışarıya, nefes alamıyor ve karda kalmış gibi titriyordum. Neydi bu? Cezbe dedikleri şey; yani sevilenin sevdiğini yanına çekmesi, onu kendine yakın kılması, sevenin sevdiğini duyunca kendinden geçmesi, bu muydu? Daha sonra bu adamın kimliğini ve ilginç hikayesini öğrendim. Eski ahşap bir evde hasta hanımıyla yaşıyormuş. Evin tahtalarının arasında bir kurbağa yuva yapmış, tüm gün vıraklar adamı çıldırtırmış. Çok uğraşmışlar kurbağayı evden çıkarmak için; ama bir şeyle terbiye edecek ya Allah, demek bu zatın nasibine de kurbağa düşmüş. Her ?vırak? ifadesine bir ?Hak? demiş adam. Hak, Hak diye diye kalbi incelmiş, kurbağanın görevi bitince sırayı Mevleviler almış. Dost kabul etmişler adamı, adam da o kapıya bağlanmış. Bazen ?Benim şeyhim bir kurbağadır? der dururmuş.
Bu adamı yollarda hâlâ görürüm. Ebedi zikrini tekrar eder durur: Hak Hak Hak? Siz onu kendi kendine konuşur zannedersiniz, aslında o Muhabbetullah?a dalmıştır.
Bir söz vardır bilirsiniz, ?Kendi kendine konuşana deli derler.? Böylece velileri de deli yaptık. Hiç bilmedik aslında konuştukları göz ile görülmeyen, el ile tutulmayan, insana şah damarından daha yakın olan, her yerde mevcut bulunandır. Çocuklarımızı ?Kendi kendine konuşma sana deli derler? ikazıyla korkuttuk, delilik yollarını kapattık. Delilik gidince velilik de gitti.
Her şehrin delisi ve her şehrin velisi vardır. Şehrin gizli renkleridir onlar, manevi kapılarıdır. Allah ile duaları arasında perde yoktur, tevbeleri Kadir gecesi aydınlığındadır. Sözleri duyan kulaklara hikmet, halleri canlı kalplere örnektir. Nasıl gözükürlerse gözüksünler, bize düşen onları anlamaya çalışmaktır.