Ramazan ve Komşuluk Üzerine

Prof. Dr. Orhan Okay, edebiyatçı, akademisyen ve yazar kimliğinin yanı sıra ömrünün 80 yılını geride bırakmış, İstanbul’un en önemli zaman dilimine şahitlik etmiş bir isimdir. “Bir Başka İstanbul” kitabı onun bu şahitliğinin en güzel meyvelerinden birisidir. Biz de ramazan ayı vesilesi ile Orhan Okay Hoca’nın hayatıyla tanıklık ettiği eski İstanbul ramazanlarına ve eski İstanbul ramazanlarında komşuluklara bir sefer yapalım dedik.

 

 

Hocam eski ramazanları gören , yaşayan birisi olarak, eski rama-zanlar ile yeni ramazanları birbirinden ayıran en önemli husu-siyetler sizce nelerdir?

Mekân büyüdükçe ve değiştikçe hayat da ona bağlı olarak değişiyor. Tabii ramazanlar da farklılaşıyor. İstanbul her zaman kalabalık bir şe-hirdi. Osmanlı’nın en parlak yüzyıllarından başlayarak bundan 50-60 yıl öncesine kadar hemen hep yarım milyonun üzerinde bir nüfusu var-dı. Benim çocukluğumda 800.000 civarındaydı. Bugünlerle kıyas eder-sek o yılların büyük şehirlerini küçük bir kasaba saymak lazım. Eski ra-mazanlar da, okuduklarımıza göre, buna göre düzenlenmiş bir hayatın içindeydi. Mütevazı çarşılar, pazarlar, ev alışverişleri, cami avlularında açılan baharatçı, yemenici, takkeci, tespihçi, İmparatorluğun uzak coğ-rafyalarından kumaş, baharat, kahve, çay satmak üzere gelmiş Araplar, Arnavutlar, Türkistanlılar, Maltalılar… Gündüzleri namaz aralarında camileri dolduran ve mukabele, aşır, vaaz dinleyen kadın, erkek, ço-cuklar… Sarayda, yatılı okullarda, kışlalarda daha özel programlar ter-tip ediliyor. Sabahtan öğleye kadar hemen bütün şehirde bir sessizlik. Çünkü halk ve esnaf gibi devlet daireleri de ancak öğleden iftara ya-kın saatlere kadar çalışmakta. Buna mukabil teravihten sahura kadar esnaf, kahvehaneler; yalılarda, konaklarda musi-ki ve şiir meclisleri canlılığını sürdürüyor. Bu an-lattıklarım okuduklarıma göre tabi ki. Çünkü ben bunlara yetişemedim. Çocukluk yıllarımda bu ha-yatın çoğu gücünü kaybetmişti. Konak ve yalı-ların eski sahipleri çoktan göçmüşlerdi. Devlet büyüklerinin, radyo ve basının ramazanla ilgile-ri yoktu. Bu yüzden ramazan toplum hayatı ol-maktan çıkmış, ferdî bir ibadet ayı olarak kalmış-tı. Bugün ise ramazanın daha zengin olarak ya-şandığını görüyorum. Vakıflar, dernekler, beledi-yeler halka iftar veriyor, sohbetler, açık oturum-lar tertip ediliyor. Ama Osmanlı ramazanı ile bu-günkünü kıyaslamak, yarım milyonluk bir şehir ile atlı araba yerine milyonlarca motorlu aracın, ev yerine apartmanların ve kulelerin, küçük es-naf yerine marketlerin, televizyonun, bilgisayar-ların doldurduğu on beş milyonluk bir şehri kı-yaslamak demektir.

Ramazan deyince evvela yakın komşuların birbiriyle olan samimi diyalogları ve yardım-laşmaları hatıra geliyor. Sizin eski ramazan-lara dair komşuluk ilişkilerinde gözlemledi-ğiniz güzellikler nelerdir?

Bu da, önceki sorunun muhtevası içinde. Zaten fakir bir mahalledeydik. Çoğu küçük esnaf ve kü-çük memurdu. Buna ilaveten bir de çocukluğum, fiilen girmediğimiz İkinci Dünya Savaşı yılların-da geçti. Ekmeğin, şekerin, gazın, kömürün bile kıtlaştığı yıllardı. Ama halleri vakitleri daha iyice olanların da evlerinde iftar verdiklerini hatırlamı-yorum. Yalnız zaman zaman iftarlarda çok yakın akrabalarımızla bir araya geldiğimiz oluyordu. Diyeceğim ramazana özel ev hazırlıkları ve faali-yetleri vardı. Genel olarak komşuluk ilişkilerimiz de iyiydi. Fakat ramazanın komşuluk ilişkilerine getirdiği bir değişiklik yoktu.

Her şeyin fiziki değişiklikle (apartman-site hayatı vs.) yok olduğunu düşünmek ve fa-turayı sadece bu sebeplere kesmek ne ka-dar doğru sizce?

Komşularla aramızdaki bu kopuşun sebebi nedir?Başka sebepler varsa da bence ilk ve önemli se-bep budur. Ben bunu biraz da sokak kavramı-na bağlamak istiyorum. Şimdi adı sokak da olsa, daracık da olsa, sokak dediğimiz şey kalmadı. Altı-yedi katlı apartmanların bulunduğu ve için-den her gün yüzlerce arabanın geçtiği yer so-kak mıdır? Yapısı, adına lâyık olmasa da caddedir. Komşuluk bir veya iki katlı ahşap yahut kâgir evlerin, bir küçük mahalle mescidinin, ara-larında belki bir de bakkalın bulunduğu sokak-taydı. Pencerede oturan ihtiyarlar geçenleri gö-rür, bazan çevirir ve çeneye dalarlardı. O zaman mahallede kimin hasta, kimin oğlu askere gide-cek, kimin kızı gelin olacak haberleri olur, ba-zan dedikodu da yapılsa çok defa gerekli yardı-ma koşulur, hastaya, muhtaç olana çorbası gö-türülürdü. Şimdiki apartmanların pencerelerin-den ne sokak görünüyor, ne tanıdık komşu gö-rüp konuşulabiliyor. Eskiden yatay olan sokak-lar şimdi dikey oldu. Yani her bir apartman bir sokak. Komşularınızın girip çıktığını görmediği-niz bir sokak. Marketler, küçük esnafla ilişkile-rimizi, dostluklarımızı kopardı. Buna ailenin he-men her ferdinin çalıştığını da eklerseniz komşu-luğun nasıl eridiği daha iyi anlaşılır. Gece misafir-liklerinin yerini de televizyon aldı. Bütün bunlar zamanla komşuluk duygularını körletti, artık bu-nun gerekliliğini aklına getirmeyen, belki bir süre sonra komşuluk kelimesini bile bilmeyen bir ku-şak gelecek.

Ramazanları bu durumu telafi için fırsat za-manları olarak düşünebilir miyiz?

Keşke evet diyebilsem. Her halde yaşlılığımdan gelen bir kötümserliğim var. Bakın önceki soru-larınıza verdiğim cevaplarda bugünkü ramazan ların çocukluğumun ramazanlarından daha gü-zel geçtiğini söyledim. Ama komşuluk için aynı şeyi söyleyemiyorum. Türkiye birçok alanlar-da büyük bir ilerleme yaşıyor. Fakirlik eskisi ka-dar değil. Orta sınıf, yüksek sınıf daha da yüksel-di. Fakat buna karşılık bazı meziyetlerin kaybol-ması belki de bunun bedelidir. Ben sosyolog de-ğilim. Sadece kendi gözlemlerime dayanıyorum. Komşuluğun geri dönmesi hayaldir. Olsa olsa bu-günkü toplum yapısı içinde belki kurumlaşmış bir komşuluk düşünülebilir. Yani mahallelerde vakıfların, derneklerin, belediyelerin, köylerde-ki köy odası gibi, kadın, erkek ve çocukların sık sık toplanabilecekleri bir mahal. Böyle bir yerde ramazanlarda da farklı programları, gündemleri olan toplantılar olabilir.

Neden “eski”yen her şey bir anda nostalji-ye veya farklı bir vecheye bürünüyor?

Eski ramazanlar gibi, eskiyen her şey böyle has-retle anılıp yâd edilecek mi? Eski her zaman o kadar da güzel değildir. Bize onu güzel gösteren biraz da çocukluğumuzdan gelen bir nostaljidir. Yani eski tabirle daüssıla. Arapçası da, Fransızcası da bir hastalık ifadesi-dir. Çocukluğumuzun her şeyi bize güzel gelir. Hâlbuki o ahşap evler sık sık bakıma muhtaçtır. Damları akar. Evlerin birçoğunda su yoktur, çeş-meden taşınır veya kuyudan çekilir. Evde suyu olanların da sadece mutfakta vardır. Elektrik de böyle. Bütün bunlara rağmen çocuk sorumsuz-luğu bize o hayatı güzel olarak hatırlatır. Ben de birkaç hatıra yazısı ve kitapları kaleme aldığım için bu yanılmayı hep dikkate aldım. Yalnız son otuz kırk yıldan beri hatıraların bollaşması, kırk-elli yaşlarında olanların bile “ah o eski yıllar, o eski ramazanlar” diye geçmişi araması şu yaşadı-ğımız hayatta birtakım değerlerimizi kaybettiği-mizi gösterir. Türk halkı, insanî ilişkilere hâlâ da çok önem veren bir millettir. Bu duygunun kay-bolmaması ve onu yeniden yaşatabilmemiz için çağımızın şartlarına uygun, geleneğimize de uy-gun bir hayat düzeni oluşturmamız gerekir.

Müslüman olmayan veya oruç tutmayan komşularımızla ramazandaki ilişkilerimiz na-sıl olmalı?

Bugün toplumumuzda en eksik olan şey pek çok insanmızın birbirine saygısı ve müsamahasıdır. Benim çocukluğumda, bulunduğumuz semtte çok sayıda Rum, Ermeni ve Yahudi aileler vardı.

Farklı dinden komşuların birbirlerinin bayram-larını tebrik ettiklerini hatta mesela Ermeniler’in Eyüp Sultan’ı ziyaret edip dua ettiklerini bilirim. Kandil akşamları Rum meyhanecilerin kepenk in-dirdiklerini de, çarşının tek sinemasının kapan-dığını da hatırlıyorum. Hatta bir Yahudi eczane-sinin tezgâhının üzerindeki bir cam levhada sü-lüs yazıyla “Li-külli dâin devâün” hadisi yazılı du-rurdu. Ramazanlarda oruç tutan tutmayan belli olmaz tabii. Yalnız bizim semtte de, şehrin baş-ka yerlerinde de sokakta aleni yiyip içme görül-mezdi. Lokantaların kapanıp kapanmadığını ha-tırlamıyorum. Bugün oruç tutmayanın, tutanlara karşı saygı borcu, tutanların da tutmayanlara kar-şı müsamahası azaldı. Burada asıl önemli görev oruç tutana düşüyor. Yani tutmayana karşı olan davranışı. Farzları zorlama yerine teklif etme, asık surat gösterme yerine sevdirme, davranışlar-da zarif ve hoşgörülü olma insani ilişkilerde ih-mal edilmemelidir. Hele oruç tiryakiliğini baha-ne ederek etrafındakileri kırma, agresif tavır ta-kınma Müslümanlığa değil insanlığa bile yakış-maz. Mehmed Akif “Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile” mısraını bu gibiler için bo-şuna söylememiştir.

Ülke olarak bize komşu olan ve zor durum-da olan kardeşlerimiz için ramazanda neler yapabiliriz?

Bugünkü dünyanın en önemli meselelerinden biri hem millet hem fert olarak çatışmalar ve te-rör hareketleridir. Dünyanın hemen her yerin-de binlerce, on binlerce insanın canına kıyılı-yor. Çoğu da İslam ülkelerinde ve Müslümanlar arasında. Sebep, tahrik, kaynak ne olursa olsun bütün dinlerin emrettiği aklıselim ve merhamet böyle bir durumu tasvip edemez. Dünyanın ikin-ci önemli meselesi ise açlıktır. Dünyanın bir kıs-mında lüks ve israf alabildiğine devam ederken bir başka kısmında açlığın doğurduğu ölümler ve hastalıklar var. Müslüman ülkelerde ve son yıllar-da memleketimizde de israf yayılmaya, ekono-mik canlılık denilen şey buna dayanmaya başladı. Bunun yanı sıra ramazanlarda lüks otellerde, olağanüstü harcamalara yol açan iftar programları da İslam’ın ruhu ile telif edilemez. Oruç nefsin açlıkla terbiyesidir. Oruçtan çıkan Müslümanın iftarda bu terbiyeyi hatırlayacak kadar yiyecekle yetinmesi gerekir. Ramazanlar, hem kendi milletimizin hem komşu milletlerin açlarına yardım vesilesi olmalıdır


17.08.2011 02:39:00