Mesnevi?den?
Çok eski zamanlarda ülkelerin birinde ?maddi ve manevi yönden mükemmel olan? bir padişah yaşarmış. Padişah bir gün ava giderken yolda kendi halinde gezinen bir cariye görmüş; hikâye bu ya birden cariyeye vurulmuş. Allem etmiş kallem etmiş efendisinden cariyeyi satın almış. Böylece yaşadığı huzursuzluğun dineceğini zannetmiş; fakat cariye saraya gelince birden hastalanmış. Öyle ki padişahın çağırdığı hiçbir tabip cariyeye derman bulamamış, aksine kızcağızın hastalığını daha da arttırmışlar. Bir gece padişaha rüyasında aksakallı, ak libaslı bir pir gözükmüş. Pir ona demiş ki: ?Ey padişah, derdin bizce bilindi. Yarın sana bir hekim gelecek, bu hekim işinde mahir ve samimidir. Cariyenin derdinin tedavisi bu hekimde.?
Padişah sabah olunca heyecanla hekimi beklemeye başlamış. İleriden güneş gibi nurani bir zat görünmüş. Padişah zata bakmış, kalbinde onu tanıdığına dair bir his belirmiş. Hekim de kırk yıllık dostuymuş gibi selam vermiş padişaha, gelip sarılmış. Beraberce cariyenin yanına gitmişler. Hekim cariyeyi kontrol etmiş, bedeninde bir arıza bulamamış, o vakit anlamış kızın derdini. Elini cariyenin bileğine koymuş ve ?Bana yaşadıklarını, tanıdıklarını, nerede oturduğunu anlat? demiş. Cariye saatlerce anlatmış, arkadaşlarıyla oynadığı oyunlardan, yediği tuz ile ekmekten, efendisinin ona karşı tavırlarından bahsetmiş. Hekim sırayla çevre illerin isimlerini saymış, bu arada da kızın şahdamarından kanın akışını takip ediyormuş. Sıra Semerkand şehrine gelince cariyenin kanı hızlıca devr etmeye başlamış. Bu sefer hekim Semerkand?ın mahallelerini saymış, bir mahallenin ismi gelince cariyenin kan akışı yine hızlanmış. Hekim ?Bu mahallede kimi tanırsın a kızcağızım? diye sormuş. Cariye, o mahallede bir kuyumcuyu tanıdığını söylemiş.
Hekim bu, tabi anlamış cariyenin derdini. Padişaha demiş ki: ?Hünkârım, bu kızcağız bir kuyumcuya sevdalıdır. Sevdasına kavuşamazsa ölür gider. Sen Semerkant?taki o kuyumcuyu bul getir, bunları evlendir, aksi halde bu cariye kimseye yar olmaz.?
Padişah kuyumcuya bir ulak göndermiş. Kuyumcu kendini devrin padişahının çağırdığını duyunca koşa koşa gelmiş. Padişah onu Kuyumcubaşı ilan etmiş ve cariyeyle evlendirmiş. Altı ay sonra cariyenin gönlü kuyumcudan soğumaya başlamış. Bunu fark eden padişah kuyumcunun çayına zehir koyarak onu yavaş yavaş öldürmüş. Kuyumcunun ölümünden sonra cariye tıpkı özgür bir kuş gibi rahatlamış, gönlü de hali de ferahlamış.
Şimdi diyeceksiniz ki bu hikâyeyi bize neden anlattın? Mevlana, çok ilginç bir sufi. Asıl söylemek istediğini temsillerin ardına gizlemiş. Bu hikâye basit bir aşk hikâyesi değil, tamamen nefis terbiyesinden bahsediyor. Nasıl mı?
Hikâyedeki padişah ruhtur, cariye nefistir, hekim kâmil mürşid, işe yaramaz doktorlar sahte şeyhler, kuyumcu da dünya sevgisidir. Bu bilgi ışığında hikâyeyi size yeniden anlatayım.
Tuğba?dan?
Kalu bela zamanında, Elest diyarında mükemmel yaratılıp bedene üflenmiş bir ruh varmış. Bu ruh, asıl yerini ve yüceliğini unutup nefsin isteklerine kaptırmış kendini. Hükümdar olacağı yerde nefsine köle olmuş. Fakat bir gün nefis hastalanmış; çünkü elde etmek istediği dünyalığa bir türlü ulaşamıyormuş. Ruh, nefsin bu haline üzülmüş ve onu iyileştirmek için çeşitli şeyhlere, üfürükçülere gitmiş; ama nafile. Şeyh olduğunu iddia eden zatlardan hiçbiri nefsi yola getirememiş, dünyalığa bu kadar bağlanmasını engelleyememiş. Bir gece Allahu Teâlâ velilerinden birini ruha göndermiş. Veli, bir mürşid-i kâmilin bu ruhu seçtiğini ve çok yakın bir zamanda imdada geleceğini haber vermiş. Ruh merakla beklemeye başlamış. Sabah olup da mürşidini karşısında görünce sanki onu daha önceden de tanıdığını fark etmiş. Mürşid, nefsi terbiye etme konusunda bilgili, tecrübeli ve Rabbinden izinli bir tabipmiş. Nefse sorular sormuş, cevaplar almış, ölçmüş, biçmiş, anlamış ki bu nefis pek azgın bir şey, dünyalığa bağlanmış, illa elde edecek. Elde etmezse yataklara düşecek. Ruha demiş ki: ?Buna dünyalığı sun; çünkü kişi doydukça sevdiği şeyden uzaklaşır. Her gün baklava yiyen bir insan iki hafta sonra baklavadan ikrah eder.?
Ruh denileni yapmış; çünkü mürşide itaat bu terbiyede şartmış. Nefis günlerce istediği gibi gezmiş, istediği gibi yiyip içmiş; fakat gün geçtikçe yaptıklarından haz almamaya başlamış. Her günü diğer gününün tekrarı olmuş. İşte bu esnada mürşid-i kâmil nefse gözükmüş ve dünya zevklerinin aslında en baştan beri insanı oyalayan, ona asla gerçek huzuru vermeyen basit uğraşlar olduğundan bahsetmiş. Nefis, samimi, gayretli ve görevlendirilmiş doktoru dinleye dinleye sonunda yola gelmiş. Dünyalıklardan vaz geçmiş. Nefis kemale erince ruh çok mutlu olmuş; çünkü erme yolunda ruh ve beden beraber ilerleyebilirlermiş. Biri geride kaldı mı ötekine cennet yolu tıkanırmış.
Velhasılı kelam:
Ben bu yazıda ne Mevlana?yı övdüm, ne mürşidi yücelttim, ne de temsilleri şerh ettim. Hayatta bazı şeyleri okurken satır aralarını da okumamız gerektiğine, bazen baktığımız şeyin gördüğümüz şey olmadığına vurgu yaptım. Kimin kabı ne kadarsa ihtiyacı olanı alsın. Değil mi ki hayat insanların kendi kabınca yaşadığı bir haldir14.10.2009 13:08:00