Osmanlıdan kalan borçları ödemeye çalışan genç Türkiye Cumhuriyeti, ilk ekonomik krizi, dünya genelinde ki olaylardan dolayı 1929 yılında yaşamış, İkinci Dünya Savaşının dünyadaki yıkıcı etkisiyle 1948 yılında ikinci bir ekonomik kriz ile karşı karşıya kalmıştı.
Sovyet tehlikesi karşısında ABD güdümlü politikaların etkisinde kalan ülke, 1954 yılında bütçenin açık vermesiyle sıkıntıya girmiş, 1958 yılında dış borç ve kamu açıkları artınca kambiyo krizi ile karşılaşmış, bu dönemde %221lik bir devalüasyon yapılmıştı.
1959 yılına gelindiğinde, 55 milyar dolar olan dış borç açığı 266.7 milyar dolara çıkmış, ekonomik sancılar artmış, bir yıl sonra 1960 ihtilâli olmuştu.
1970 yılında ekonomide tehlike çanları çalmaya başlamış, para % 66.6 devalüe olmuş, 1971 yılında askeri muhtıra verilmişti. 1977 yılında dönemin başbakanı, 70 sente muhtaç olduğumuzu itiraf etmiş, 1978 yılında ülke, tekrar ciddi bir ekonomik krizle karşılaşmış ve 1980 ihtilâli yapılmıştı. 1989 yılında dış borç artmış, 1991 -1994 yılları arasında ekonomik sıkıntı artarak devam etmiş, 1 milyon kişi işini kaybetmiş, neticede hükümet 1999 yılında stand by anlaşmasını imzalamıştı. 2001 yılına gelindiğinde ülke, Kara Çarşamba ismi verilen bir ciddi kriz daha yaşamıştı.
Şu an, yine böyle bir ekonomik kriz ile yüz yüzeyiz ve sıkıntılı bir süreçten geçmekteyiz.
Çok sık yaşanan ekonomik krizler karşısında vatandaşımızın belli bir direnç kazandığı söylenebilir.
Bu dönemlerde kimisi göbeğini kaşıyarak süreci değerlendirirken, kimileri de kemerlerini sıkarak krizin üstesinden gelmektedir.
Ülkenin biraz rahatladığı dönemlerde ise soyguncular ve vurguncular ortaya çıkıp, vatandaşın biraz gevşettiği kemerleri fazlasıyla sıktırırlar.
Her kriz döneminde paranın değeri değişse de siyasetin dili ve vatandaşın tavrının değişmediği görülmektedir.
Siyasetin bu krizleri iç ve dış düşmanlara bağlama alışkanlığı, bazı kesimlerin ABD ve İsrail mallarını boykot girişimleri, dini ve milli hislerin yükselmesi değişmeyen bir tablodur.
Artan döviz fiyatları karşısında dolar yakılması, parası ödenmiş Coca Colanın lavaboya dökülmesi, bazı marketlerin bu fırsatı değerlendirip, müşteri sayısını artırmak için falan firmaların mallarını satmıyoruz gibi pankartlar asması, alışık olduğumuz görüntülerdir.
Oysa bu duygusal tavırlar, ekonominin kendi kuralları ve dünya gerçekleri ile örtüşmemektedir.
Ekonomisi bağımlı, üretimi olmayan ülkelerin çaresizliğinin ifadesi olan bu yaklaşımlar, neticede günü kurtarmak türünden heyecan verici tutumlar diye değerlendirilebilir.
Dünya genelinde bir kıyaslama yapıp, içimizi acıtan bu gerçekleri görmek mecburiyetindeyiz.
Tek bir Türk markasının bulunmadığı dünyanın en büyük 500 markasının içinde 190 ABD markasının bulunmasını göz ardı edemeyiz. Yine dünyanın en değerli 20 markasının 17sinin ABD, 2sinin Çin ve 1inin Alman markasının olması elbette tesadüf değildir.
Türkiyenin en değerli 100 markasının piyasa değerinin bir Mc.Donalds etmediği gerçeğini yok sayamayız.
ABDli, Apple ve Amazon firmalarının piyasa değeri bugün 1 trilyon doları aşmış bulunmaktadır. Bu firmalardan birinin değeri, içerisinde bizim de bulunduğumuz 183 ülkenin yıllık milli gelirinden fazladır.
ABDyi protesto etmek için vatandaşın Iphone marka cep telefonlarını kırması, Iphoneun Nisan ve Haziran ayları içerisinde 41 milyon 300 bin adet satıldığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Marka değeri taşıyan firmalarımızla, diğerleri arasında bir mukayese yapıldığında gerçekler çok net anlaşılmaktadır. Şöyle ki, bizim önemli 100 markamızın piyasa değeri toplamı 25 milyar dolar civarındayken, Coca Colanın piyasa değeri 30 milyar dolar, Starbucks Coffenin 32 milyar dolar, Nikeın 28 milyar dolar etmektedir.
İster kabul edelim ister etmeyelim günümüzde ABD doları, dünya piyasalarında tabiri yerindeyse geçerli akçedir.
ABD ve Avrupa Birliği Ülkeleri gibi üreten ülkelerden yapılan ticaret döviz cinsinden (Dolar, Euro) yapılmaktadır.
Dünya genelinde az rastlanan ve çocuklarda görülen Spinal Musküler Atrofi (SMA) denilen bir hastalık çeşidinin tedavisi oldukça pahalıdır ve bunun ilacı ABDde üretilmektedir.
Bir doz ilacın maliyeti 120 000 dolardır ve hastanın ilk yıl bu ilaçtan 6 doz kullanması gerekmektedir ki bunun karşılığı 720 000 dolar eder. Bu ilacı siz üretmediğiniz müddetçe üreten firmadan dolar vererek almak durumundasınızdır.
Yine, bağışıklık sistemiyle ilgili bir Fransız firmasının ürettiği ilaç vardır ve fiyatı 4000 Euro üzerindedir. Hastanın ilk etapta bundan 9 kutu alması gereklidir ve bunu Euro olarak temin edebilmektedir.
Geçen ay yükselişe çıkan döviz kurlarının etkisini yurt dışına çıkan vatandaşlarımız daha iyi anlamaktadırlar.
Fransada tuvaletler 1 Euro karşılığı kullanılıyor. Bizim para ile 7,5 TL ediyor. Marketlerimizde 50 kuruşa satılan 0,5 lt pet sular 2,5 Euroya yani 19 TLye satılıyor.
Bu durumda, cebinde euro ve dolarla ülkemize gelenler bol keseden para harcarken, bir Türk vatandaşı avuçla parayla Avrupa ve Amerikada ancak dolaşabilmektedir.
Üniversiteyi bitiren gençlerin çok büyük bir bölümünün yüksek lisans veya doktora yapabilmek için ABD ve Avrupa Ülkelerini tercih etmeleri son derece düşündürücüdür.
Ülke olarak her alanda ciddi bir seferberliğe ihtiyacımızın olduğu ortadadır. Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakmak durumundayız.
Hakketmediğimiz bir hayat yaşamakta, çalışmadan, üretmeden çılgınca israf edip, tüketmekteyiz.
Vatanseverliğin ve en iyi dindarlığın bilimde, sanayide, teknolojide zirveyi yakalama olduğu bilincinden çok uzağız.
Aynı sıkıntıları bir daha yaşamamak için Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürkün Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar. sözünü her zaman hatırlamak ve uygulamak durumundayız.
11.09.2018 15:45:00