Bazı arkadaşlar bana "Hizmet nedir?" diye soruyorlar.
Çin'in başkenti Pekin'de içki içmeyen, kumar oynamayan bir Müslüman varmış. Çok çalışır, az konuşurmuş. Bazı kimseler, "Burası darü'l harptır. Faiz bile yiyebilirsin." deseler de o, İslamiyet'e ayna tutabilmek için bunlardan kaçınırmış. Hiç kimsenin hakkını yemezmiş. Borcunu ya zamanından evvel öder veya ödeyemeyecek duruma düşerse, haber verir, özür dilermiş. Zaten yemesi ve giymesi de çok basitmiş. Az konuşmasına rağmen güzel ve öz konuşurmuş. Elbisesi daima temizmiş. Bir işte çalışırmış; o işi en iyi bilen o imiş. İşine zamanında gelir, ter dökermiş. Paydostan evvel ayrılmaz, herkesten sonra çıkarmış.
Dinden imandan hiç bahsetmemesine rağmen İslam'ın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçarmış.
Bazı toplantılarda komünistlerin kötü hareketlerini anlatanlar olurmuş. O, bunları duyunca içi kan ağlarmış. Çünkü komüniste kızanlardan bazısı borcunu ödemez, bazısı sözünde durmaz, bazısı da bindiği dalı kesecek kadar yaptığı işten habersizmiş. Bu sebeple dudaklarına kilit vurulmuşçasına susar, ahmaklardan kaçarmış. Dolayısıyla kalabalık bir memlekette yalnız yaşamak zorunda kalmış.
Bir gün Pekin halk mahkemesi onu tevkif etmiş. Suçu, İslam'ı yaşamakmış. Hakim diyormuş ki, "Sen Müslümansın, bunu biliyoruz. Fakat diğer Müslümanlardan farklı bir Müslüman' sın... İşte bunun için seni tevkif etmek zorundayım. İslamiyet'i kendi şahsında yaşadığın gibi O'nu başkalarına da sevdiriyorsun. İşte buna izin veremeyiz. Bunun için senin yerin güneş görmeyen zindanlardır."
Adamcağız düşünmüş, "Yalnızlık... Binlerce insanın içinde de yalnızdım, zindanda da yalnız olacağım. Ne fark eder?" Sonra içine bir güneş doğmuş. Kış ortasında sanki baharı, zindanda ziyafeti bulmuş. İslam'ı yaşadığı için bu hallere düştüğünden, İslamiyet'in sahibi olan Allah, ona huzur vermiş.
Savaş esirleri vardır ya...
Bir de onları kontrol eden nöbetçiler... O nöbetçilerin omzunda silah vardır. Ve o silahların da namlusu... İşte esirler, o namlunun ucunda hayat bitmesin diye, bitmez zannedilen işleri bile bitiriverirler. Hiçbir zaman, hiçbir an "yoruldum" demezler. Hasta olsalar bile dilleri varmaz ki söylesinler. Çünkü nöbetçi er, "Sen işe yaramıyorsun! Boşuna ekmek yeme!" deyiverir; belki de bir kurşuna acır, ya süngüsünü saplar veya tekmeler... Bir esir ölmüş; kimin umrunda...
Bütün bunları düşünmüş adam.
"Ben Müslüman'ım! Menfaat kulesinde yükselen, şöhretin sancağını açan; gururun mabedinde, ahmaklık mihrabına yönelen insanların içinde mahkûm olan bir insanım. Yani hem esir, hem Müslüman'ım! Çalışmaktan başka hiçbir sermayem yoktur. Her işimin ağırlığını, hem de esirliğin akla gelmez çilelerini çekip, şahsi dertlerimin bütününü unutmuş bir kimseyim. Artık ben parçalanmış bir gemiden, denize düşen kazazedeyim. Sadece ve sadece intihar etmemiş olmak için, kah yüzüp, kah çırpınıyorum. Fakat başımı suya batırmayacağım. Gücüm yettiği sürece, başımı dik ve suyun dışında tutacağım."
Hizmet, İslamiyet'i yaşamaktır.
Bir otomobilin motoru paslanmaya yüz tutmuşsa trafik kazalarından ona ne? Sigortalar atmışsa avizeler işe yaramaz. Yangın çıkan bir evde ziyafet sofrasına oturulmaz. Bunun için bir Müslüman, her şeyden evvel kendi iç dünyasını Darü'l İslam (İslam memleketi) yapmak zorundadır. İslam yurdu olmayan bir vücudun giriş kapısına asacağı tevhid bayrağı insana ne kazandırır?
Denizde olmasına rağmen yanarak batan çok gemi vardır
22.11.2009 00:51:00