YOLUMUZ MİDYAT’A DÜŞTÜ…
Mezepotamya’nın gözbebeği Midyat, Midyat’ın gözbebeği Damak Tadı restoran diyerek Mardin mutfağının nefis yemeklerini yedikten sonra Midyat’ı gezmeye geldi sıra.
1083 km kare yüzölçümüne, tabelaya göre 107.986 kişilik bir nüfusa sahip olan bir ilçe Midyat. Özgün adı Süryaniceden gelen “Matiate” olan Midyat’ın kelime anlamı, “köyüm, vatanım” anlamındaymış. Müslüman olarak, Türkler, Kürtler ve Araplar, Hıristiyan dinine mensup olarak ise, Süryaniler, Ermeniler ve Keldaniler yaşamakta. Bunun bir de mezhepleri var. Katolik, Ortadoks ve Protestan olmak üzere üç mezhepten insanlar var. Tam bir kültür mozaiği haline gelen bu ilçeye gelince, kendinizi farklı bir boyutta sanki yabancı bir ülkeye gelmişsiniz de tek yabancı sizsiniz gibi hissediyorsunuz…
“Başkanım, yaş nohut yer misin?” döndüm kursiyerlerimizden Saniye Hanımın elinde iki demet, yeşil renkte taze nohut, 5 dk sonra herkesi elinde yaş nohut demetleri ile Midyat’ı geziyoruz.
Midyat’ta en muazzam şey Mardin’de de görmemize rağmen taş işçiliği. Zaten herkes dizi filmlerden Midyat’ın evlerinin mimarisini biliyor ve tanıyor. Cadde üzeri dükkanlar hep iki- üç katlı ve aynı işçilikle işlenmiş taşlarla inşa edilmiş, altları ya Telkari atölyesi ya da şarap mahzeni. Caddenin sonunda eski bir Süryani evi restore edilip Çevre Kültür Evi’ne dönüştürülmüş.
Midyat’ın tam ortasında bir saat kulesi var ve kalker taşın üzerine kazılmış yön tabelaları dikkat çekiyor.
Telkari ustaları en çok Süryanilerden çıkıyormuş. Altın ve gümüşü 0.6 mikron kalınlığında iplik gibi çekip dantel gibi işlemişler.
Grubumuz ile çarşıya dağılıyor, buluşma yeri Saat Kulesinin etrafını kararlaştırıyoruz. Bu arada Midyat Belediyesine ait ESTEL HALK EVİ nin önünden geçiyoruz. İlerde gözümüze anlı-şanlı Türkiye Cumhuriyetinin ay-yıldızlı bayrağının dalgalandığı bir konak gözüme çarpıyor. İçerisinde önemli insanların halıya işlenmiş portreleri yer alıyormuş ve burası Hacı Şeyhmus Konağıymış.
Buralarda en çok görkemli yapılar manastırlar. Şaşılacak derece de muazzam yapılar. Dünyanın ayakta kalan en eski Süryani-Ortodoks manastırı Mor Gabriel Manastırı ve Mor Abraham manastırı bunlardan iki örnek. Daha neler neler var.
Mor Abraham Kilisesi: Işıklar (Nehrozlar)mahallesinde V. yüzyılda Mor Gabrielli iki keşiş tarafından (Abraham ve Hobel) kurulmuş.. Midyat Hıristiyanlarının merkez mezarlığı burada. Protestan Kilisesi, Mor Barsavmo Kilisesi ve Mor Aksanova Kiliseleri de bu mahallede. Bu manastırda Meryem ana kubbesi var. Hele birde misafirhanelerini görün şaşar kalırsınız.
Saat Kulesinin etrafında toplanma saatimiz gelmişti. Telkari atölyelerinden gümüş takılarımızı, kumaşçılardan kumaşlarımızı, isotlarımızı alıp kule ye yollandık. Orada da hatıra fotoğrafımızı çekip Hasankeyf’e doğru yola çıkıyoruz.
Belki de Dicle kenarında Hasankeyfi son görenler arasındaydık
Hasankeyf, Batman iline bağlı, Dicle nehrinin ortadan ayırdığı bir ilçe. Ilısu Barajı yapılması ile sık sık gündeme gelen tarihi yerleşim yeri Hasankeyf, yerli yabancı pek çok turistin dikkatini çekmekte fakat gezilmesine müsaade edilmemekte.
Hasankeyf kalesi; Tek bir taştan yapılmış olan bu kale nehirden 200 metre yüksekliktedir. Süryanilerin merkezi olarak Bizanslılar tarafından inşa edilmiş ve ele geçirilmesi çok zor bir kale..
300 yıllık Bizans hâkimiyeti süresince dini bir işlev görmüş. Kale duvarlarında pek çok kitabe yer almakta ve nehre inen gizli yollar bulunmakta. Arkeolojik araştırmalara göre tam 12 bin yıl önce kurulmuş.
Zeynel bey Kümbeti, Artuklu Köprüsü, Büyük Saray, Küçük Saray gibi gezilip görülecek yerler çok fazla. Buram buram tarih kokuyor her yer.
Zeynelbey Kümbeti: Köprünün karşı tarafında yer alan bu kümbeti 1462-82 yılları arasında bölgeye hâkim olan Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Fatih Sultan Mehmet ile yaptığı Otlukbeli Savaşında ölen oğlu için burayı yaptırmış. Gövde üzerinde kufi hatlı Arapça yazı ile Allah, Muhammed, Ahmet, Ali yazılı ve gerçekten çok etkileyici.
Artuklu Köprüsüne yöneliyorum. Ayaklarında yer alan kabartma figürlerden Artuklular dönemine ait olduğu kabul ediliyor. Günümüzde sadece iki kemer ve iki orta ayak var ve iki ayak arasındaki mesafe 40 mt. Gerçekten çok etkileyici ve aslında bana göre Hasankeyf bu köprü ile taçlandırmış kendini… Ve yine çok komik bir şey; Arkadaşlar köprünün diğer başında ki türbeyi ziyarete giderken yıkık dökük köprü dikkatimi çekti. Yıkık ayaklardan birisinin içinde bir kapı vardı sanki. Orada duran jandarmaya sordum ve işte hikayesi; bu köprü ayağında bir aile yaşıyor, evet evleri bu köprü ayağının üzerinde. Adamın elinde 200 yıllık Osmanlı tapusu varmış ve devlet adama en az 10 dava açmış ve hepsini de adam kazanmış. Şimdi burada yine yaşamına devam etmekte. Çok ciddi paralar teklif edilmiş ama son güne kadar çıkmayacağım demiş buradan. Uydu anteni bile kurmuş bu köprüye, tarihi bilinmeyen bu muhteşem esere, uydu anteni kurmuş…
Buralar barajdan dolayı oldukça sıkıntılı. Suların altında kalacak. Muhafaza altına hala alınmamış. Burada yerlisi vatandaş ekonomik ve manevi yönlerden oldukça sıkıntılı durumdalar. Buraların siyasi bir oyuna kurban edildiği görüşündeler. İki yıl öncesine kadar buralarda restoranlar, piknik yerleri varmış, şimdi sit alanı diye yasaklanınca hepsi perişan olup göçüp gitmişler.
ÇOBAN ALİ: Televizyonlarda gördüğümüz Çoban Ali Hasankeyf’te karşımızda idi. Çayımızı içerken yanımıza geldi. Biz sorduk o anlattı. “1980 yılında Hasankeyf’te karşıda gördüğünüz mağara da dünyaya geldim. Çeşme suyu kullanılmayan, televizyonu olmayan bir yerde yaşadım. Ve yıllarca hiç elektrik görmedim. Eşeklerle Dicle Nehri’nden günde en az 15 – 20 defa su taşıdığımı bilirim. Babam Hasankeyf’te 40 yıl muhtarlık yaptı. İki eşliydi. Toplam 15 kardeşiz. 9’u öz diğerleri üvey. Bir ay önce de babamı kaybettim.”
En büyük hayali, 12 bin yıllık tarihi olan Hasankeyf’i hem dünyaya tanıtmak, hem de gelecek nesillere bırakmaktı. Baraja karşı değildi ama Hasankeyfsiz baraja… Ona göre bir kilometre geride bitirilmeliydi baraj…
Mardin’e gelen, Batman’a gelen turistlerin bir gecede olsa Hasankeyf’te misafir etmek en büyük arzusuydu Çoban Ali’nin…
Şu anda kale kapısı kapalı. Açılmasını istiyoruz. Hasankeyf’in altında büyük bir yerleşim yeri var. Süleyman Demirel zamanında 1960’da burası yıkılmış. Asıl yanlışlık orada yapılmış. 1970’de mağaralarda yaklaşık 7 bin insan yaşıyordu. Şimdi nüfusu 2 binin altında. Sit alanı olduğu için insanlar göç etti. Hasankeyf’te sadece kalede 6 bin, aşağıda ise 3 bin mağara bulunuyor. İnsanları neden buraya çekmeyelim? Hasankeyf Türkiye’nin bir tarihidir. Tek ben değil herkesin sahip çıkması gerekiyor. Bizans, Artuklular, Osmanlılar, Eyyubiler orada yaşam sürmüş orada bir yaşam sürmüş. 12 bin yıllık geçmişe sahip. Medeniyetler beşiği bu kadar mı unutulur?”diyordu Çoban Ali…
Nevin İspirlioğlu, Çiğdem Ilıcalı, Fatma Saylan, Cahide Ciran Çoban Ali’yi ilgi ile dinliyorduk ki…..rehberimizin “neredesiniz hanımlar, karanlık çöktü, otobüsümüz köprünün başında bekliyor” demesi ile Çoban Ali ile vedalaştık ama söyledikleri hep aklımızda kalacaktı..keşke siyasilerinde kalsa…
BİNGÖL DAĞLARINDAN
DÖNECEKTİK DÖNEMEDİK…
Dönüş yolunda Bingöl dağlarından dönecekken yolun töroristler tarafından kapatıldığını duyunca otobüstekilere belli etmeden güzergâhı değiştirdik. Daha iyi oldu aslında. Batman, Siirt, Bitlis güzergâhını da gezerek Erzurum’umuza döndük.
Sağ salim gittik geldik. Yedik içtik, gezdik gördük. Şunun farkına vardık, her şehrin insanı hatta tüm Anadolu insanı kendince misafirperverdir ama Urfalı bir başka misafirperver. Her yerde eğlence vardır ama Urfada bambaşka. Boşuna Urfalıya "yemek ve eğlence beğendirilemezmiş" dememişler.
Gidin görün, gezin, sorun öğrenin, Güneydoğu’da şehirler var yüz yıllar önce kurulmuş ama gelişmiş, geliştirilmiş, bizim şehrimiz ise gelişmemiş genişlemiş. Çocuğuna iş istemekten başka derdi olmayan bir şehrin mensubu olarak gelişenleri görünce hüzünlenmemek elde değil.
Koskoca bir Erzurum “adı ulu dibi kuru” misali nasibi kesilmiş, giden gelmemiş, gelen beğenmemiş acep nedendir diye türküler söylenir olmuş. Biri yanlış yaptığında bunu ona açıklayarak söylemek değil de alttan alttan “söylenmeyi” marifet sayan bir Erzurum olmuş. “Erzurum’a ne yaptınız” derken neyi sorduğunun bile farkına varmamış bir Erzurum olmuş. “Ne oluyor ya, niye böyle olduk” dediğinizde de yüzünde gözü olmayanların cevapları karşısında dili tutulan “tamam abi bir şey demedim” diye söylediğini unutan bir Erzurum, dili alınmış, yüz felci olmuş, ayağı topal, kolu çolak “deli kız sinin geliyor” oyununu oynayacak şekle girmiş bir Erzurum ortaya çıkmış. Bunları okuyanlar “ Zekiye abla da abartmış, bu kadar olmaz” diyecekler desinler, yukarıda yazdığım gibi bu eleştiriyi getirecekler çünkü onlar alttan söylenmeyi marifet sayanlardan…
Gidin ,gezin,görün…Yolunuz Mutlaka Bu Şehirlere Düşmeli, dostça kalın
13.06.2014 19:56:42