Dünyada ve özellikle Avrupa'da aşırı sağın yükselişi politikacılardan akademi dünyasına, medya mensuplarından sivil toplum örgütlerine kadar sağduyu sahibi insanların endişeyle takip ettiği bir konu olarak dünya gündemini işgal etmekte. Doğrudan bir milliyeti hedef almaksızın, yüzlerce binlerce insanın canını yakan saldırıların yanında gözden kaçan öyle eylemler vuku bulmakta ki;bu eylemlerin doğrudan bir etnik saldırı olduğunu anlamak güçleşmekte ya da otoriteler ülkelerinde gerçekleşen etnik çatışmayı görmemeyi tercih etmektedir. Globalleşen ve artık milli sınırlar tanımadığı kabul edilen küresel terörün içinden beslenen ve en çok da uluslararası terörün gündemde kalmasıyla kendini perdeleyen bu zehrin ismi ırkçılık. Irkçılık insanlık tarihi için yeni bir kavram değil elbette. Milyonlarca insanın ölümüyle ve yeni bir dünya düzeniyle sonuçlanan I. ve II. Dünya Savaşı'nın temelinde ırkçılığın yattığını görmek mümkündür. Günümüze bakıldığında ise aşırı sağın yeniden yükselmesi konusunda;bu yükselmenin altında yatan sebeplere kafa yormak ve onların çözümüyle meşgul olmak gerektiğini düşünmek yersiz değildir.
Silahlarla yapılan mücadelenin büyük oranda bir ideoloji mücadelesine evrildiği Soğuk Savaş'ın akabinde radikalleşmenin önüne geçmek için, toplumu ve özellikle gençleri politikanın dışına itmeye yönelik politikalar; birçok devletin sıkı sıkıya sarıldığı çözüm yollarını (!) beraberinde getirmiştir. 1980'lerden bugünlere uzanan 40 yıla yakın bir süreçte gençlerin medyatik bir altyapıyla spora, modaya, cinselliğe kanalize edilmesi;kuşakların düşünce dünyalarının ve üretme güçlerinin temeline dinamik konmasının somut bir örneğidir. Ne var ki; Portekiz'i tek başına 41 yıl nasıl yönettiği sorusuna "Fado (müzik), Fiesta (eğlence) ve Football (futbol)" cevabını veren diktatör Salazar'ın yolundan gidilmesi ve apolitik bir gençlik yaratma çabası hazin sonuçlarını vermeye başlamıştır. Fikirlerin sivrilmesine yol açan ve gençliğe bir amaç sunan; parıltılı sözlerle kitlelere var oluşlarının amacını yeniden hatırlatan führerlerinhortlaması düşünsel faaliyetleri yıllardır pasifize edilmiş gençliğin modern dünyaya iz düşümünden başka bir şey değildir. Bu aşırı sağ hareketlerin dünyayı nasıl da kasıp kavurduğunu ve kavuracağını görmek için çok uzağa gitmeye gerek yoktur. Nitekim, Almanya'ya ilk işçi göçüyle giden Türklerin torunlarının ve hatta torunlarının çocuklarının bugün Almanya'da gördükleri muamele otoritelerce büyük oranda göz ardı edilen bir etnik ayrımcılıktır.
Anadolu Ajansı'nın 26.02.2017 tarihli haberine göre 2011-2016 yılları arasında gerçekleşen 755 ırkçı saldırının 106'sı 2015 yılında görülürken 2016'ya gelindiğinde bu rakamda %20'lik bir artış gözlenmiş ve Türkleri hedef alan 128 saldırı gerçekleşmiştir. Bu artışın temellerinin ise 2000-2010 yılları arasında atıldığını söylemek mümkündür. Almanya'nın Ludwigshafen kentinde 3 Şubat 2008 yılında gerçekleşen; 5'i çocuk 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan ve TheGuardian, Newyork Times'ın da içinde bulunduğu dünya basının ileri gelen gazetelerinde "xenophia" "yabancı nefreti" başlığıyla haber yapılan kundaklamada; Alman polisince olay, kundaklama şüphesi araştırılıyor diyerek rafa kaldırılmıştır. Ludwigshafen saldırısının ardından Türk yetkililerle birlikte cenaze törenlerine, anma törenlerine katılan Alman yetkilerinin son yıllarda bu tavırlarının da değiştiğini görmek zor olmayacaktır. Zira Ludwigshafen'ı takip eden ve ırkçı saldırı olarak basında yer bulan günümüze kadarki yüzlerce saldırıda, Alman yetkilileri törenlere katılmayarak;gerçekleşen ölümleri politik bir altyapıya dayandırmadıkları mesajını vermişlerdir. Öte yandan Alman polisleri; askıda bırakılan ya da kaza süsü verilen bu saldırılarda yakılan evlerin duvarındaki nefret anlamında gelen "hasse" yazılarına karşı üç maymunu oynamakta bir sakınca görmemişlerdir. İşte bu yüzdendir ki Almancada devletin aşırı sağ hareketlere karşı duyarsız kalmasına karşı "Alman Basının Sağ Gözü Kördür" ifadesi ortaya çıkmıştır.
Avrupa'da aşırı sağın yükselişi konusunda Almanya ve Türkiye hakkındaki örneklerden bir an olsun sıyrılıp büyük resme dönüldüğünde, bu ırkçılığın yalnızca Almanya'da ve yalnızca Türklere karşı yapılmadığını görmek pekâlâ mümkün olacaktır. Göçmen karşıtlığı ve Avrupa Birliği'ne olan mesafeli duruşları ile gündeme gelen aşırı sağcı partiler, Avrupa parlamentolarında ivme ile yükseliş göstermektedir. Öyle ki; "Önce Avusturya" sloganıyla öne çıkan Avusturya Özgürlük Partisi, Nazi suçlarını inkâr etmesi ve ırkçı söylemleri ile mahkûm edilmiş Jean-Marie Le Pen'in kurucusu olduğu Fransa'daki Ulusal Cephe ve nihayet İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden çıkmasında etkin rol oynamış Birleşik Krallık Bağımsızlık Parti'si ülkelerindeki seçimlerde oylarını her seçimde artırırken, cumhurbaşkanlığı koltuğu için yarışacak rakipler çıkarmaktadırlar. Özellikle artan mülteci sayısından sonra, halkı ırkçı söylemlerle manipüle eden sözü geçen partilerin bu denli etki uyandırmasının; sağduyulu Türk halkına önemli bir mesajı vardır: Ayrımcı söylemlerle kitleleri ardından sürüklemenin, toleransı halkın dimağından çıkarmanın insanlık tarihinde dünyayı bir yangın yerine çevirmekten başka bir etkisi olmamıştır.